KUMRU
'' Bana empati yapma ben küçükken
ben küçükken çok kuş vurdum iyi adam değilim.
Geliştirdiğim duyarlılıkların alayını toplasan
kanadını kanattığım tek bir serçe yavrusunu iyi etmiyor.''
ben küçükken çok kuş vurdum iyi adam değilim.
Geliştirdiğim duyarlılıkların alayını toplasan
kanadını kanattığım tek bir serçe yavrusunu iyi etmiyor.''
Ali Lidar
Katil olmak, birini öldürüp öldürmemenizle çok da ilgili değildir. Sadece, birini öldürmüş olmanız sizi katil yapmaz ama eğer katilseniz, er ya da geç, birini öldürürsünüz. Yani eğer babam katil olsaydı, onu çoktan öldürmüştü. Ama katil olan bendim ve cinayet bana düştü. Bu yüzden içim rahat…
Aramızda ne kadar mesafe vardı hesaplayamıyordum; koşsam yakalayamayacağım kadar uzaktaydı. Ama mesafe anlamsızdı, ne kadar hızlı kaçarsa kaçsın kurşun ona yetişirdi. O da bunu anlamış olacak ki ‘‘dur!’’ dediğimde itaat etti. Birden yavaşladı ve durdu. Bana dönmeden önce bir süre alışmayı bekledi hareketsizliğe. Ellerini başının hizasında, havada tutuyordu, oysa ‘‘eller havaya!’’ dememiştim, ben polis değilim. Onu her halükarda öldürecektim; ellerini havada tutup zararsız olduğunu kanıtlamaya çalışması ya da elleri arkada bağlı, umursamaz durması bir şey değiştirmezdi. Yine de beni yormaması işime gelmedi değil. Babam gelmeden işini bitirmeliydim.
Döndüğünde ilk bana değil silaha baktı. Eminim o an onu öldürmeyeceğime inanmış olsa tek merak ettiği şey silahı nereden bulduğum olurdu. Hatta belki de düşündü. Gözlerini namlunun tek gözünden ayırıp da bana baktığında suratının ortasında koca bir soru işareti vardı sanki. ‘‘Beni neden öldürmek istiyorsun?’’ sorusuna ait değildi bu kanca, bunun cevabını ikimiz de biliyorduk. O halde silahı nereden bulduğumu merak ediyor olmalıydı. Aşağılayıcı, çarpık gülümsememi gerdim dudaklarıma, keşke ayna olsaydı da görebilseydim, bu gülümsemeyi çok çalışmıştım. Konuşmayacaktım, soru sorarsa cevap bile vermeyecektim. Çatlak bir sesle konuşmaya başlarsam tüm tehditkarlığım balon gibi sönüverirdi.
Nereye ateş etmeliydim? Aslında kendime o kadar güveniyordum ki tam alnının ortasına nişan almaya niyetlendim. Ama bu boş bir güvendi çünkü daha önce dolu bir silahı elime bile almamıştım, hem ıskalarsam büyük fiyasko olurdu. Sağ elimle başına doğrulttuğum namluyu hareket ettirmeden, sadece gözlerimle –hatta belki gözlerimle bile değil, düşüncemle- vücudunda ölümcül olabilecek birkaç hedef belirleyip hayali birer çarpı koydum her birine. İki kaşının ortası, fiyakalı ama zor bir hedefti. Yanlışlıkla gözünden ya da burnundan vurursam kurbanım hiç de güzel görünmeyecekti. Gırtlağından vurmak ikinci tercihimdi ama sıyırırsam ya da hepten kaçırırsam benim şaşkınlığımı fırsat bilip kaçmaya davranabilirdi. Aslında önce bacaklarından yaralayıp sonra yaklaşıp kafasına silah dayamak da fena fikir sayılmazdı. Ama o heybetli bir adamdı eğer çok yakınına gidersem yaralı haliyle bile hakkımdan gelebilirdi. Göğsü kolay hedefti, iş bitiriciydi de. Kalbinden vurmak isterdim ama o anda kendi kalbimin bile nerede attığını tespit edemiyordum. Yine de göz kararı ateş edersem, şansın da yardımıyla kalbi tutturabilirdim. Hem kalbi ıskalarsam bile akciğerler de az hayati sayılmazdı. En kötü ihtimalle iman tahtasında muazzam bir delik açmış olurdum. Sonra yaklaşıp ölüp ölmediğini kontrol eder, ölmediyse icabına bakardım.
Göğsünde karar kıldım. Ancak o zaman fark ettim bir şeyler geveleyip durduğunu. Dudakları, kıpırdadıkça yamuluyor, kah gaga gibi öne uzanıyor kah yanaklarına doğru çekiliyordu ve sanırım dili tüm ağzına yayılmıştı, ne söylediğini anlamaya imkân yoktu. İnsan, ağlarken konuşmaya çalışmamalı. Söylediklerini anlamaya çalışarak kendimi yoramazdım, tek elimle hala başına doğrultmakta olduğum silahı iki elimle sıkıca kavradım. O zaman, son nefeslerini yalvararak tüketmenin anlamsız olduğunu fark etmiş olacak, sustu. Titreyen dudaklarını dişlerinin arasına aldı, havadaki ellerini gövdesinin iki yanına düşürdü ve çaresizce omuz silkti. Gözlerinden yaşlar akmaya devam ediyordu.
Silahı göğüs hizasına indirmeye başladım. O an gözlerinden bir parıltı geçti. Yüzünde seğirme gibi, bir tebessüm titredi. Sanırım silahımı indireceğimi düşünmüştü. Kendime kızdım, demek yeterince kararlı görünmüyordum, demek onu öldüreceğime ikna olmamıştı…
Ateş ettim!
Üstümüzdeki dallardan onlarca kuş havalandı, belki yüzlerce... Demek şimdiye kadar oradaydılar, her şeye şahit olmuşlardı. Kollarımı gevşettim, ama silahı indirmedim. Ateş etmek sandığım kadar kolay değilmiş, sanki kollarımdaki lifler kopmuştu. Kendi canımın acısını savıp kurbanıma baktım. Dizlerinin üzerine çökmüştü, bana bakıyordu, yüzündeki tedirgin gülümseme, gözlerindeki yaşama umudu gitmişti. Artık onu öldürdüğümün idrakindeydi. Yüz üstü yıkıldı. Ancak o zaman, öldüğüne ikna olunca, indirdim silahı…
‘‘Silahı bana ver’’ dedi arkamda bir erkek sesi. Polis mi? Olamaz, buraya jandarma bakar. Ne fark eder, polis ya da jandarma? Enselendim işte! Kendim gidip teslim olacaktım zaten, ne gerek vardı bu kadar çabuk gelmelerine? Babamı görebilecek miydim? Buraya gelir de cesedi bulur, beni bulamazsa… olay yeri inceleme için birkaç adam bırakırlar, onlardan öğrenir tutuklandığımı. Arkama dönünce bana doğrultulmuş bir silah mı görecektim? Az önce kurbanımın yaptığı gibi ellerimi havaya kaldırmam gerekir miydi? Hayır, buna gerek yoktu sadece silah istenmişti. Silahı kavrayan parmaklarımı açtım, sadece tetikteki işaret parmağım kaldı. Silah, kalan kurşunların ağırlığıyla kabzesi aşağıda kalacak şekilde döndü işaret parmağımın ekseninde. Elime, elime yapışıp kalan silaha baktım, namlu da bana baktı. Ben onu bıraktım, o beni bırakmadı…
Arkama döndüm. Meğer babammış silahımı isteyen! Aslında ben, bundan çok babamın sesini tanımayışıma şaşırdım. Ama biraz düşününce kulaklarımı mazur gördüm, belki konuşsam kendi sesimi bile tanıyamayacaktım. Patlamayla birlikte tüm ses algılarım değişmiş olabilirdi. ‘‘Silahı bana ver’’ dedi yeniden, elini, ona borçluymuşum da borcunu istiyormuş gibi kararlı uzatmıştı. Parmağımdaki silahı ona uzattım. Sanki cam kırmıştım da sapanımı teslim ediyordum babama. Silahı aldı, ezberlemeye çalışır gibi her yanına baktı, şarjörü çıkarttı, kurşunları avucuna sayıp yeniden şarjöre yerleştirdi, şarjörü de kabzeye sürdü. Uzakta, hayali bir hedefe doğrulttu silahı, sonra indirdi, kabzeyi daha sıkı tuttu. Öyle sıkı tuttu ki; ellerindeki kahverengi yaşlılık lekelerinin arasından mavi damarlar yükseldi. Cesedin yanına gitti, yüzünü benden yana dönüp, yine de gözlerini sımsıkı yumarak, bir kez de o vurdu ölü adamı. Babamın ne yapmaya çalıştığını anlıyordum artık…
Birazdan aşağımızdaki toprak yoldan jandarma jipleri geliyor olacaktı. Bunu ikimiz de biliyorduk. ‘‘Git!’’ dedi. Sesimi kaybetmiştim, diyemedim hiçbir şey. ‘‘Git!’’ dedi. Dudaklarımı ısırdım, hala konuşamıyordum, silaha hamle ettim. Silahlı elini ardına gizleyip diğer eliyle beni itti. ‘‘Git!’’ dedi, söver gibi. Seyrek adım geriledim, sırtımı dönemiyordum. Uzakta bir toz bulutunu sürüklüyordu ardından iki asker yeşili araç. ‘‘Koş!’’ dedi…
Koştum ben de, ardıçlara doğru… Çok uzaklaşmadım ama, saklandım bir kayanın üzerinde bitmiş bir ardıcın evine. Babamı görebileceğim bir yer bulsaydım keşke: ‘Eller havaya!’ demişler miydi jandarmalar? Kelepçe takacaklar mıydı yaşlı bileklerine? Ona silah doğrultacaklar mıydı?..
Kuşlar geçti üzerimden, bunlar az önce benim korkutup kaçırdığım kuşlar mıydı? Başımın üzerinde bir dalda bir şey kıpırdadı, buldular sandım beni. Ama sadece bir kumruydu, yumurtalarının üzerindeydi, benden daha çok korkmuş olmalıydı. Babamı düşünmek istemiyordum, çünkü o aklıma geldikçe soluduğum havadaki moleküller cam kırıklarına dönüşüyor, burnumu, genzimi, gırtlağımı yırtıp ciğerlerime saplanıyordu. Ben de kumruları düşündüm:
‘‘Kuşları severim ben, çocukken sapanım vardı, çok iyi kullanırdım ama hiç kuş öldürmedim. Hatta bir keresinde yaralı bir kumrunun hayatını bile kurtarmıştım… kurtarmıştık, babamla birlikte… Aslında o kumruyu vuran da bendim. Çatının üzerindeydi, nasıl olsa vuramam diye nişan almıştım. Ama şeytanın işi işte, tam da kanadından vurdum! Yuvarlanıp düştü damdan. Yaralı kanadını toplayamıyordu bile. Bırakıp gitmek istedim ama kediler yerdi. Köydeki diğer çocuklar olsa hemen gidip kafasını koparıverirlerdi. Sonra tüylerini yolup, minicik bir ateş yakarlar ve yerlerdi kumrucuğu… Şanslı hayvanmış ki ben o yamyamlar gibi değildim. Hem ben onu öldürmemiştim ki...Sadece yaralıydı, şuncacık sapan taşının yarasından ne olurdu? Yarasını sararsam bir de güzel beslersem hemencik iyileşirdi elbet… Ama iyileşmedi. Ne verdiğim buğdayı yedi, ne de kırığı kaynadı. Onu sakladığım kutunun içinde, bir kanadı yere serili, her gün biraz daha zayıfladı. Yarı şeffaf göz kapakları daha seyrek aralanmaya başladı, minicik başını tutamaz oldu, gagası gittikçe sinen kursağına dayandı. Üstelik yarası kurtlandı. Kuzenime anlattım belki yapacak bir şeyler bulur diye, ‘kediye verelim’ dedi. Artık kutuyu ondan da saklıyordum. Babama anlatmaya karar verdim, belki biraz kızardı ama muhakkak bir çare bulurdu. Akşam babam geldiğinde hemen anlattım durumu, kuzenimden ve kedilerden sakladığım kutuyu çıkarıp gösterdim babama: meğer ben yanlış yapıyormuşum, kutuyu aldık dağa gittik beraber; yaralı kuşlar dalların arasında olursa hemen iyileşirlermiş. Kutudan çıkartıp bir ardıç kovuğuna koydu babam kumruyu. Kutunun dibinde, kumrunun gagasını sürmediği buğday tanelerini de ardıcın dibine döktük, biraz toparlanınca hemen yemek aramak için yorulmasın diye… Geri dönerken söz verdi babam; ertesi sabah erkenden gidip kontrol edecektik kumrucuğu… Gittik de… Kumrucuk yoktu, buğdaylar yoktu, sadece gri renkli birkaç tüy vardı. ‘‘Gördün mü bak?’’ dedi babam ‘‘iyileşmiş, yemini yemiş ve uçup gitmiş’’ Eve dönerken mutluydum. Kumrunun hayatını kurtarmıştım. Kuzenime de anlattım hemen, ama o dedi ki;
- Ya bir tilki ya bir sansar yemiştir onu!
Babama baktım. Ağlayacaktım.
- Hayır kızım, dedi babam. Uçup gitmiş işte! Hem tilki yemiş olsa buğdaylar nerede? Tilkiler, buğday yemez.’’
…
Üstümdeki dalda kumru uykuya daldı. Ben uyuyakaldım. Kuşları severim ben… Hiç kuş öldürmedim… İnsanları da severim… Babamı da…
12.11.2011