29 Şubat 2012 Çarşamba


KUMRU


                                                                                               '' Bana empati yapma ben küçükken
                                                                                                 ben küçükken çok kuş vurdum iyi adam değilim.
                                                                                                 Geliştirdiğim duyarlılıkların alayını toplasan
                                                                                                 kanadını kanattığım tek bir serçe yavrusunu iyi etmiyor.''
                                                                                                                           
                                                                                                                                                      Ali Lidar


Katil olmak, birini öldürüp öldürmemenizle çok da ilgili değildir. Sadece, birini öldürmüş olmanız sizi katil yapmaz ama eğer katilseniz, er ya da geç, birini öldürürsünüz. Yani eğer babam katil olsaydı, onu çoktan öldürmüştü. Ama katil olan bendim ve cinayet bana düştü. Bu yüzden içim rahat…

Aramızda ne kadar mesafe vardı hesaplayamıyordum; koşsam yakalayamayacağım kadar uzaktaydı. Ama mesafe anlamsızdı, ne kadar hızlı kaçarsa kaçsın kurşun ona yetişirdi. O da bunu anlamış olacak ki ‘‘dur!’’  dediğimde itaat etti. Birden yavaşladı ve durdu. Bana dönmeden önce bir süre alışmayı bekledi hareketsizliğe.  Ellerini başının hizasında, havada tutuyordu, oysa ‘‘eller havaya!’’ dememiştim, ben polis değilim. Onu her halükarda öldürecektim; ellerini havada tutup zararsız olduğunu kanıtlamaya çalışması ya da elleri arkada bağlı, umursamaz durması bir şey değiştirmezdi. Yine de beni yormaması işime gelmedi değil. Babam gelmeden işini bitirmeliydim.

Döndüğünde ilk bana değil silaha baktı. Eminim o an onu öldürmeyeceğime inanmış olsa tek merak ettiği şey silahı nereden bulduğum olurdu. Hatta belki de düşündü. Gözlerini namlunun tek gözünden ayırıp da bana baktığında suratının ortasında koca bir soru işareti vardı sanki. ‘‘Beni neden öldürmek istiyorsun?’’ sorusuna ait değildi bu kanca, bunun cevabını ikimiz de biliyorduk. O halde silahı nereden bulduğumu merak ediyor olmalıydı. Aşağılayıcı, çarpık gülümsememi gerdim dudaklarıma, keşke ayna olsaydı da görebilseydim, bu gülümsemeyi çok çalışmıştım. Konuşmayacaktım, soru sorarsa cevap bile vermeyecektim. Çatlak bir sesle konuşmaya başlarsam tüm tehditkarlığım balon gibi sönüverirdi.

Nereye ateş etmeliydim? Aslında kendime o kadar güveniyordum ki tam alnının ortasına nişan almaya niyetlendim. Ama bu boş bir güvendi çünkü daha önce dolu bir silahı elime bile almamıştım, hem ıskalarsam büyük fiyasko olurdu. Sağ elimle başına doğrulttuğum namluyu hareket ettirmeden, sadece gözlerimle –hatta belki gözlerimle bile değil, düşüncemle- vücudunda ölümcül olabilecek birkaç hedef belirleyip hayali birer çarpı koydum her birine. İki kaşının ortası, fiyakalı ama zor bir hedefti. Yanlışlıkla gözünden ya da burnundan vurursam kurbanım hiç de güzel görünmeyecekti. Gırtlağından vurmak ikinci tercihimdi ama sıyırırsam ya da hepten kaçırırsam benim şaşkınlığımı fırsat bilip kaçmaya davranabilirdi. Aslında önce bacaklarından yaralayıp sonra yaklaşıp kafasına silah dayamak da fena fikir sayılmazdı. Ama o heybetli bir adamdı eğer çok yakınına gidersem yaralı haliyle bile hakkımdan gelebilirdi. Göğsü kolay hedefti, iş bitiriciydi de. Kalbinden vurmak isterdim ama o anda kendi kalbimin bile nerede attığını tespit edemiyordum. Yine de göz kararı ateş edersem, şansın da yardımıyla kalbi tutturabilirdim. Hem kalbi ıskalarsam bile akciğerler de az hayati sayılmazdı. En kötü ihtimalle iman tahtasında muazzam bir delik açmış olurdum. Sonra yaklaşıp ölüp ölmediğini kontrol eder, ölmediyse icabına bakardım.

Göğsünde karar kıldım. Ancak o zaman fark ettim bir şeyler geveleyip durduğunu. Dudakları, kıpırdadıkça yamuluyor, kah gaga gibi öne uzanıyor kah yanaklarına doğru çekiliyordu ve sanırım dili tüm ağzına yayılmıştı, ne söylediğini anlamaya imkân yoktu. İnsan, ağlarken konuşmaya çalışmamalı. Söylediklerini anlamaya çalışarak kendimi yoramazdım, tek elimle hala başına doğrultmakta olduğum silahı iki elimle sıkıca kavradım. O zaman, son nefeslerini yalvararak tüketmenin anlamsız olduğunu fark etmiş olacak, sustu. Titreyen dudaklarını dişlerinin arasına aldı, havadaki ellerini gövdesinin iki yanına düşürdü ve çaresizce omuz silkti. Gözlerinden yaşlar akmaya devam ediyordu.

Silahı göğüs hizasına indirmeye başladım. O an gözlerinden bir parıltı geçti. Yüzünde seğirme gibi, bir tebessüm titredi. Sanırım silahımı indireceğimi düşünmüştü. Kendime kızdım, demek yeterince kararlı görünmüyordum, demek onu öldüreceğime ikna olmamıştı…

Ateş ettim!

Üstümüzdeki dallardan onlarca kuş havalandı, belki yüzlerce... Demek şimdiye kadar oradaydılar, her şeye şahit olmuşlardı. Kollarımı gevşettim, ama silahı indirmedim. Ateş etmek sandığım kadar kolay değilmiş, sanki kollarımdaki lifler kopmuştu. Kendi canımın acısını savıp kurbanıma baktım. Dizlerinin üzerine çökmüştü, bana bakıyordu, yüzündeki tedirgin gülümseme, gözlerindeki yaşama umudu gitmişti. Artık onu öldürdüğümün idrakindeydi. Yüz üstü yıkıldı. Ancak o zaman, öldüğüne ikna olunca, indirdim silahı…

‘‘Silahı bana ver’’ dedi arkamda bir erkek sesi. Polis mi? Olamaz, buraya jandarma bakar. Ne fark eder, polis ya da jandarma? Enselendim işte! Kendim gidip teslim olacaktım zaten, ne gerek vardı bu kadar çabuk gelmelerine? Babamı görebilecek miydim? Buraya gelir de cesedi bulur, beni bulamazsa… olay yeri inceleme için birkaç adam bırakırlar, onlardan öğrenir tutuklandığımı. Arkama dönünce bana doğrultulmuş bir silah mı görecektim? Az önce kurbanımın yaptığı gibi ellerimi havaya kaldırmam gerekir miydi? Hayır, buna gerek yoktu sadece silah istenmişti. Silahı kavrayan parmaklarımı açtım, sadece tetikteki işaret parmağım kaldı. Silah, kalan kurşunların ağırlığıyla kabzesi aşağıda kalacak şekilde döndü işaret parmağımın ekseninde. Elime, elime yapışıp kalan silaha baktım, namlu da bana baktı. Ben onu bıraktım, o beni bırakmadı…

Arkama döndüm. Meğer babammış silahımı isteyen! Aslında ben, bundan çok babamın sesini tanımayışıma şaşırdım. Ama biraz düşününce kulaklarımı mazur gördüm, belki konuşsam kendi sesimi bile tanıyamayacaktım. Patlamayla birlikte tüm ses algılarım değişmiş olabilirdi. ‘‘Silahı bana ver’’ dedi yeniden, elini, ona borçluymuşum da borcunu istiyormuş gibi kararlı uzatmıştı. Parmağımdaki silahı ona uzattım. Sanki cam kırmıştım da sapanımı teslim ediyordum babama. Silahı aldı, ezberlemeye çalışır gibi her yanına baktı, şarjörü çıkarttı, kurşunları avucuna sayıp yeniden şarjöre yerleştirdi, şarjörü de kabzeye sürdü. Uzakta, hayali bir hedefe doğrulttu silahı, sonra indirdi, kabzeyi daha sıkı tuttu. Öyle sıkı tuttu ki; ellerindeki kahverengi yaşlılık lekelerinin arasından mavi damarlar yükseldi. Cesedin yanına gitti, yüzünü benden yana dönüp, yine de gözlerini sımsıkı yumarak, bir kez de o vurdu ölü adamı. Babamın ne yapmaya çalıştığını anlıyordum artık…

Birazdan aşağımızdaki toprak yoldan jandarma jipleri geliyor olacaktı. Bunu ikimiz de biliyorduk. ‘‘Git!’’ dedi. Sesimi kaybetmiştim, diyemedim hiçbir şey. ‘‘Git!’’ dedi. Dudaklarımı ısırdım, hala konuşamıyordum, silaha hamle ettim. Silahlı elini ardına gizleyip diğer eliyle beni itti. ‘‘Git!’’ dedi, söver gibi. Seyrek adım geriledim, sırtımı dönemiyordum. Uzakta bir toz bulutunu sürüklüyordu ardından iki asker yeşili araç. ‘‘Koş!’’ dedi…

Koştum ben de, ardıçlara doğru… Çok uzaklaşmadım ama, saklandım bir kayanın üzerinde bitmiş bir ardıcın evine. Babamı görebileceğim bir yer bulsaydım keşke: ‘Eller havaya!’ demişler miydi jandarmalar? Kelepçe takacaklar mıydı yaşlı bileklerine? Ona silah doğrultacaklar mıydı?..

Kuşlar geçti üzerimden, bunlar az önce benim korkutup kaçırdığım kuşlar mıydı? Başımın üzerinde bir dalda bir şey kıpırdadı, buldular sandım beni. Ama sadece bir kumruydu, yumurtalarının üzerindeydi, benden daha çok korkmuş olmalıydı. Babamı düşünmek istemiyordum, çünkü o aklıma geldikçe soluduğum havadaki moleküller cam kırıklarına dönüşüyor, burnumu, genzimi, gırtlağımı yırtıp ciğerlerime saplanıyordu. Ben de kumruları düşündüm:

‘‘Kuşları severim ben, çocukken sapanım vardı, çok iyi kullanırdım ama hiç kuş öldürmedim. Hatta bir keresinde yaralı bir kumrunun hayatını bile kurtarmıştım… kurtarmıştık, babamla birlikte… Aslında o kumruyu vuran da bendim. Çatının üzerindeydi, nasıl olsa vuramam diye nişan almıştım. Ama şeytanın işi işte, tam da kanadından vurdum! Yuvarlanıp düştü damdan. Yaralı kanadını toplayamıyordu bile. Bırakıp gitmek istedim ama kediler yerdi. Köydeki diğer çocuklar olsa hemen gidip kafasını koparıverirlerdi. Sonra tüylerini yolup, minicik bir ateş yakarlar ve yerlerdi kumrucuğu… Şanslı hayvanmış ki ben o yamyamlar gibi değildim. Hem ben onu öldürmemiştim ki...Sadece yaralıydı, şuncacık sapan taşının yarasından ne olurdu? Yarasını sararsam bir de güzel beslersem hemencik iyileşirdi elbet… Ama iyileşmedi. Ne verdiğim buğdayı yedi, ne de kırığı kaynadı. Onu sakladığım kutunun içinde, bir kanadı yere serili, her gün biraz daha zayıfladı. Yarı şeffaf göz kapakları daha seyrek aralanmaya başladı, minicik başını tutamaz oldu, gagası gittikçe sinen kursağına dayandı. Üstelik yarası kurtlandı. Kuzenime anlattım belki yapacak bir şeyler bulur diye, ‘kediye verelim’ dedi. Artık kutuyu ondan da saklıyordum. Babama anlatmaya karar verdim, belki biraz kızardı ama muhakkak bir çare bulurdu. Akşam babam geldiğinde hemen anlattım durumu, kuzenimden ve kedilerden sakladığım kutuyu çıkarıp gösterdim babama: meğer ben yanlış yapıyormuşum, kutuyu aldık dağa gittik beraber; yaralı kuşlar dalların arasında olursa hemen iyileşirlermiş. Kutudan çıkartıp bir ardıç kovuğuna koydu babam kumruyu. Kutunun dibinde, kumrunun gagasını sürmediği buğday tanelerini de ardıcın dibine döktük, biraz toparlanınca hemen yemek aramak için yorulmasın diye… Geri dönerken söz verdi babam; ertesi sabah erkenden gidip kontrol edecektik kumrucuğu… Gittik de… Kumrucuk yoktu, buğdaylar yoktu, sadece gri renkli birkaç tüy vardı. ‘‘Gördün mü bak?’’ dedi babam ‘‘iyileşmiş, yemini yemiş ve uçup gitmiş’’ Eve dönerken mutluydum. Kumrunun hayatını kurtarmıştım. Kuzenime de anlattım hemen, ama o dedi ki;
- Ya bir tilki ya bir sansar yemiştir onu!
Babama baktım. Ağlayacaktım.
- Hayır kızım, dedi babam. Uçup gitmiş işte! Hem tilki yemiş olsa buğdaylar nerede? Tilkiler, buğday yemez.’’


Üstümdeki dalda kumru uykuya daldı. Ben uyuyakaldım. Kuşları severim ben… Hiç kuş öldürmedim… İnsanları da severim… Babamı da…

12.11.2011

28 Şubat 2012 Salı

ÇİRKİN KADIN YOKTUR





Fakat ne bilsin kadın
Takma tırnaklarıyla tutunduğu hayatın
Kendisinin olmadığını?

Uyandı kadın; bir yanında duvar, diğer yanında çıplak sırtı bir erkeğin. Baktı uyuyan adamına, hiç ondan önce kalkmamasına rağmen duvar kenarına yatmayışına –yine içinden- söylenerek yatağın ayakucuna doğru sürükledi uykulu gövdesini. O daha yataktan çıkmadan, adam uykusunda dönüp kadının yatakta bıraktığı sıcak çukurluğa sokuldu. Tüm gece sırtıyla yüzleştiği adamı yüzünün yastıktaki izinde yüzüstü bırakıp çıktı odadan.

Sabahlığını mutfağa uzanan koridorda giydi. Ezbere buldu çaydanlığı, ezbere doldurdu suyu, ezbere yaktı ocağı… Ezbere çıkıp giderken mutfaktan, yine koridorda çıkardı sabahlığını, bu sefer banyo istikametinde. Suyu açtı, akıttı üstünden teninde tenleşmiş, kendisinin olmayan teri. Ekstra hacim veren formüllü şampuanıyla ince telli saçlarını yıkadı, durulanmadan, gözü kapalı uzandı spa masajı etkili duş jeline, ölü deri soyucu banyo lifinin üzerine bir miktar döktü, aceleyle yıkadı vücudunu da; suyun kendisini yormasına ya da dinlendirmesine izin vermeden çıktı duştan. Buğulanmış aynada siluetini gördü yeterince zayıf buldu kendini, sevindi. Saçlarını havluya sardı, buğulu aynadaki Hint fakirine gülümserken bornozunu giydi. Omuzlarına yüklenen buharın ağırlığından ağır adımlarla kaçarak çıktı banyodan, mutfağa yöneldi, zamanlama mükemmeldi.

Islak bacaklarına ıslık çalan koca göbekli çaydanlığa ses etmedi. Buzdolabından kahvaltılıkları çıkarıp masaya yerleştirirken kadının, ıslığına aldırmazlığına sinirlenen çaydanlık homurdanmaya başladı. O zaman kadın demliğe uzandı ince bilekleriyle, çaydanlığın çeliğinde pembe havluyla çerçevelenmiş kocaman ağızlı şişman yanaklı suratı gördü. Kapağa doğru daralan alnında bir leke olduğunu işte o zaman fark etti. Önce demliğin üzerinde bir leke zannetti ama başı hareket edince leke de hareket ediyordu. Evet! Alnının tam ortasında iki kaşının arasında bir leke vardı belli belirsiz. Rutinini bozdu sevgilisini uyandırmaya gitmek yerine yeniden banyoya koştu.Aynaya bakmalıydı. Aynalar çaydanlıklar ve tencere kapakları gibi gerçeği çarpıtmaz ya da daha eğlenceli hale getirmezlerdi.

Banyodaki buhar dağılmıştı. Aynanın hafif buğulu yüzeyini elinin içiyle sildi, baktı: Alnında bir leke vardı, sivilce değil, yara değil, yastığın yüzünde bıraktığı uykunun ayak izi değil, bir leke! Parmaklarının ucuyla silmeye çalıştı, geçmiyordu. Aksine gittikçe belirginleşiyordu. Sanki leke teninin üzerinde değil teni lekenin üzerindeydi. Anlam veremediği bir suçlulukla kilitledi kapıyı. Banyo konsolu üzerindeki tüplerden birini kestirdi gözüne: peeling etkili yüz temizleyici jel. İşaret parmağının ucuna jelden biraz sıkıp dairesel hareketlerle ovmaya başladı lekenin bulunduğu yeri, parmağı ile alnı arasında yuvarlanan çilek çekirdeklerini hissetti. Birazdan leke gitmiş olacaktı ‘yine de cildiyeye bir görüneyim’ diye düşündü, mevsim değişikliğinden cildi mi kuruyordu ne? Görmediği halde lekenin çıktığına ikna olarak eğilip yüzünü yıkadı, gözleri kapalı, havluya uzandı yüzünü kuruladı. Yeniden baktı: Leke etrafı ovalanmaktan kızarmış olduğu halde hala oradaydı. Peeling etkili yüz temizleyici jelden daha fazla bir miktarı tüm avcuna sıkıp daha sert ovalamaya başladı kadın, bu defa sadece lekenin bulunduğu yeri değil tüm alnını. Yeniden çilek çekirdekleri, yeniden su, yeniden ayna. Fakat aynaya bakmasıyla –şaşkınlıktan mı, korkudan mı bilinmez- çığlık atması bir oldu: Alnındaki lekeyi peeling etkili temizleyicilerle çıkarmaya çalışırken o kadar ovalamıştı ki kadın; alınyazısı ortaya çıkmıştı!

Kadın, dehşet içinde, alnındaki kargacık burgacık harflere bakarken banyonun kapısı vuruldu telaşla. Adam çığlığını duymuş olmalıydı, ne olduğunu soruyordu. Kadın sesindeki titrekliği yutarak gitmesini, kendi evinde duş almasını söyledi. Ayaküstü bir de yalan uydurdu: memleketten bir misafiri gelecekti eve. Kadın suyu yeniden açtı adamın söylediklerini duymuyor olabilmek için. Bu yalanın adamı ikna ettiğine, şu anda yatak odasında aceleyle pantolonunu giyerken bir taraftan da gömleğini nereye koyduğunu bulmaya çalıştığına emindi. Yine de dış kapının sesini duyana kadar ban yo kapısına sırtı dayalı oturup bekledi. Böylece alınyazısı konusunu düşünmeyi de biraz erteledi. Açık bıraktığı sıcak suyun buharı göğüs kafesinin üzerine çöküyordu. Ayna yeniden buğulanmıştı. Kalktı aynadaki siluetini karşısına aldı, bornozdan yılanın kabuğundan çıkması gibi sıyrıldı saçlarında unuttuğu havluyu da açtı. Havlu extra hacim veren şampuan gibi, saçları ıslak havlu gibi kokuyordu. Buhar ağırlaşıyordu fayansların, aynanın, banyo dolaplarının buzlu camlarının üzerinde ama en çok göğüs kafesinde kadının… Aynanın yüzeyi artık kaldıramayacak hale gelince buğuyu, ağırlaşan ilk damla kaydı aynanın yüzeyinden, diğerleri onu izledi. Ve kadının göğsünün gittikçe daralan hacmi kaldıramayacak hale gelince bunu… Su buhara, buhar buğuya, buğu suya, su buhara… dönüşürken kadın bir türlü bulamadı nasıl çıkartacağını alnındaki ‘kader’ denen dövmeyi. Alnında bir lekeyle dolaşmaya alışabilirdi belki ama bu yazılarla hilkat garibesine benziyordu.

Kalktı suyu kapattı, aynanın buğusunu silip baktı yüzüne; ne kötü alınyazısı vardı, okunaklı bile değildi, Tanrı’nın el yazısı ne çirkindi! Ama kararını vermişti, silemiyorsa üstünü kapatabilirdi. Laf olsun diye zaten ıslak olan bornozu teninde suyun terlediği bedenine sarıp yatak odasına geçti. Aynalı şifonyerin önündeki tahtvari sandalyesine oturup makyaj malzemelerini gelişigüzel doldurduğu küçük sandığı karıştırmaya başladı. Yaradılıştan en nursuz kadınları bile ay yüzlü birer güzele dönüştürebilen bu kozmetik mucizeleri iki satır yazının da üstesinden gelebilirdi ya. Çirkin kadın yoktu  elbet: Sivilceler yoktu az maske vardı, çiller yoktu az fondöten vardı, göz torbaları yoktu az aydınlatıcı vardı vesselam… Bunları düşünürken güldü, sonra alnında bir bildiriyle gezerken bunları düşünebildiğine güldü, sonra göz kenarlarında gülmekten oluşan kaz ayaklarına bakıp kaş çatmaktan alnının kırışmasına güldü.

Gül kokulu makyaj sandığından bulabildiği tüm fondöten, kapatıcı ve pudralarını çıkardı. Önce cildini bir güzel nemlendirdi sonra da başladı her sabah yaptığı gibi yüzünün üzerine yeni bir yüz çizmeye, tek fark bugün alın bölgesine biraz daha yoğunlaşmasıydı…

Nafile! Ne sürse kapatamadı alnındaki anlamsız yazıları. Bir gölgeyi gömmeye çalışmak gibiydi: ne kadar çok çabalasa ne kadar çok sürse sanki o kadar yükseliyor, o kadar belirginleşiyordu harfler. Bu halde dışarı çıkmasına imkan yoktu. Güzel olmalıydı her gün olduğu gibi. Evet, çirkin kadın yoktu… Ve evet! O var olmalıydı! Tam sıkıntıdan saçını başını yolacak kıvama gelmişti ki kavradığı bir tutam saçı elinden bırakmadan çekmeceleri karıştırmaya başladı. Bir makas buldu , bir tutam perçem kesip alnına düşürdü. Zaten bu yıl dağınık perçemler modaydı . Sırma saçarıyla perdeleyiverdi alınyazısını. Kaldığı yerden devam etti sonra,yüzünün üstüne yeni bir yüz çizmeye: gözlerini bir ahudan kopyaladı, kirpiklerini geceden… ve kıpkırmızı bir rujla mühürledi dudaklarını…

28.09.2011