8 Ekim 2012 Pazartesi

MÜREKKEP - CEMAL ŞAKAR



                                                                               ''Keşke bu son olsaydı ey sevgili okur!''

''Öykü'' pek çok dilde ''tarih'' kelimesiyle benzer sesletimi olan bir kelime. Bizde öyle olmayışı öykü ve tarihi birbirinden uzak kılmıyor elbette. Cemal Şakar da Mürekkep'te en çok, tanık olduğu tarihten bahsetmiş, olanları dert edinmiş, kaydetmiş, kin tutmuş.

Mürekkep'in kapağını Murat Acar tasarlamış ve oldukça başarılı. -Normalde kitapların künyesini okumam. Ama kapağın, kitabın içeriğiyle bu kadar bağ kurabilmesi tasarımcıyı merak ettirdi.- Öyküleri okudukça kapaktaki bulanık yüzler netleşiyor, o kubbeyi hatırlıyorsunuz. Kubbenin üzerine dökülen harfler anlamlanıyor.

Kitabın ilk öyküsü ''Kılıç'' karanlıkla başlıyor. Zaten o karanlık olmasaydı bu öykülerin pek çoğu yazılmamış olurdu. Cemal Şakar zulmeti zulümden ayırmıyor. Çünkü nerede bir gerçeği örten varsa orada bir zulüm var. Sayfaları çevirdikçe karanlık daha da artıyor. ''Selahaddin'' gelmiyor, zulmet rengini ve biçimini değiştire değiştire her yere iniyor: Kudüs'e, Şam'a, Bağdat'a, Arakan'a... evlerimizin içine.

Bir beyaz ekran oluyor mesela, haberleri sunuyor. Ülkemizde olanları (ölenleri) bombaların düştüğü yerden değil, bombacı pilotun kabininden izletiyor; iç içe geçmiş ekranlar, savaş uçakları... Uzaklarda bir yerlere bombalar düşüyor. Biz ölenleri görmüyoruz. Bizi katil kılıyorlar, kimi öldürdüğümüzü bilmiyoruz. Dış haberlerdeyse bizi cinayete ortak etmiyorlarsa da yaşananların (ölümlerin) tamamen dışında bırakıyorlar. Spiker ölü ve yaralı sayılarını söylerken fonda rakamlar patlıyor, parçalanıyor, bazı rakamlar çığlık atıor, sakallı rakamlar tekbir getiriyor. Zulmü devam ettiren zulmet bu karartma değil mi?

Mürekkep, sizi ekranın karşısından alıp içine sokmuyor aslında. Ölenlerin yanına değil, kalanların yanına bırakıyor. Bir koğuş yangınında ölen bir mahkumun da baba olduğunu haberler bize söylemiyor çünkü. Kaza tutanaklarıyla, tarih kitaplarıyla, kamera açılarıyla, hatta vatan sevgisiyle hakikati örtüp zulmedenler değil, bazen ölenler de değil, rakamsal değerleri olmadığı için haber metinlerine girmeyenler anlatıyor kitapta. Cemal Şakar onlara sayılarla değil, kelimelerle ulaşıyor.

Bence kitabın ahsen-ül kasası ise kıpkısa bir öykü:''Battaniye''. Öykünün ilk iki cümlesi bile yeterdi bu kitabın en güzeli olmasına. Kasyun Dağı'ndan Şam'a bakmak bugüne dek işlenmiş tüm cinayetleri anlayabilmek gibi.

Bazı öykülerse hayat-memat meselesi değil, hayat gailesi. Bunlar da ''Dünyada en küçük bir şey yoktur ki güzel yazılmak şartıyla önemli bir konu sayılmasın'' sözünü doğrular nitelikte.

Kitabın bana düşündürdükleri bunlar. Kan elbette mürekkepten daha ağır: İnşallah bir son olur ey sevgili yazar.

2 Ekim 2012 Salı

Aleksey Maksimoviç Peşkov



Birgün Eskişehir otogardan bir taksiye binmiştim. ‘Bağlar’ dedim biner binmez, yol alıyoruz. Pek yol iz bilmem bu yüzden taksicilerin beni sevdiğini düşünürüm, ben de onları severim, taksiciler muhabbeti hoş insanlardır. Ama bu sefer kimse konuşmadı ben de taksideki şeyleri incelemeye başladım: taksimetreye bakarak fakir görünmek istemediğimden ön koltuk kılıflarının lastiklerini filan inceliyordum arkada. Sonra gözüm iç dikiz aynasından sarkan ıncık gıncığa takıldı. Baktım orda bir şey yazıyor. Dua filan asılı olur genelde aynada ama bu beyaz fona kırmızı Latin harflerle yazılıydı.Üzerinize afiyet bende biraz miyop var. Gözlerimi iyice kıstım okumaya başladım: ‘Beyaz gülün bile gölgesi siyahtır.’ Benim okumamla taksici abinin sonunda okuduğuma hükmedip ‘dayına bile güvenmicen’ demesi bir oldu. ‘Maksim Gorki’ deyip gülümsedim saçma saçma. ‘Tamam abla taksi durağının orada indireyim’ dedi. Daha Bağlar’a girmemiştik bile ama indim. Neden indiysem? Diyemedim ‘abi taksi durağı demedim, Maksim Gorki dedim’ diye. Sonra başka taksiye bindim. Bu da böyle bir anımdır.

25 Eylül 2012 Salı

BAŞÖRTÜSÜ YASASININ ARKASINDA KORKU VAR - Alain Badiou

-Fransa'da okullarda başörtüsünün yasaklanmasının ardından Alain Badiou'nun yazdığı yazı-

BAŞÖRTÜSÜ YASASININ ARKASINDA KORKU VAR
1. Birkaç sempatik cumhuriyetçi kadın ve adam bir süre önce, kız öğrencilerin başörtüsü takmasını yasaklayacak bir yasa tasarısı hazırlanması gerektiğini öne sürdü. Önce okullarda yasaklansın. Sonra başka yerlerde ve mümkünse her yerde.  Biri ‘yasa’ mı dedi? Yasa! Cumhurbaşkanı bir politikacı olarak yenilmez olduğu kadar sınırlı da.  Seçmenlerin -sempatik cumhuriyetçi kadın ve erkekler tarafından toplanan büyük çoğunluğu gibi- sosyalistlerin tümünü de kapsayan, %82’si tarafından totaliter bir şekilde seçilen Chirac onay verdi: bir yasa, evet, bahsi geçen başörtüsüyle saçlarını örten birkaç bin genç kızın aleyhinde bir yasa. Şu saçsız, uyuz şeyler! Müslümanlar, daha neler! İşte, Sedan’da teslim olunması gibi, Petain gibi,  Cezayir savaşı gibi, Mitterand’ın ihanetleri ve çalışma izni olmayan işiçilere karşı çıkarılan rezil yasalar gibi,bir kez daha Fransa dünyayı hayrete düşürdü. Onca trajediden sonra, maskaralık.
2. Aslında Fransa sonunda mesele demeye değecek bir mesele buldu: birkaç kızın başına doladığı eşarp. Bu ülkede çöküşün durdurulduğu söylenebilir artık. Le Pen tarafından uzun zaman önce adı konulan ve bugünlerde bir yığın su götürmez aydın tarafından onaylanan Müslüman istilası muhatabını buldu. Poitiers çarpışması çocuk oyuncağıydı, Charles Marter sadece bir paralı askerdi. Ama Chirac, sosyalistler ve islamofobyadan muzdarip Aydınlanma Çağı entelektüelleri başörtüsü savaşını kazanacak. Poiters’den başörtüsüne, sonuç doğru ve ilerleme kayda değer.
3. Görkemli nedenler alışılmadık tarzda argümanlar gerektirir. Örneğin: Başörtüsü yasaklanmalıdır, o, genç kızlar veya kadınlar üzerindeki erkek egemenliğinin (baba ve ağabey) bir emaresidir. Bu yüzden inatla başörtüsü takan kadınları defetmeliyiz. Şöyle açıklayalım: bu kızlar ve kadınlar baskı altında. Bu yüzden onları cezalandırmalıyız. Bu, aşağı yukarı şunu demek gibi: ‘‘Bu kadın tecavüze uğradı, onu hapse atın.’’ Başörtüsü öyle önemli ki yenilenmiş aksiyomlarıyla bir mantık sistemini hak ediyor.
4.  Ya da, tam tersi: başörtüsünü kendi özgür iradeleriyle takanlar onlar, şu asiler, şu veletler! Bu yüzden cezalandırılmalılar. Dur bir dakika: nihayetinde bunun erkek baskısının bir sembolü olmadığını mı söylüyorsun yani? Babanın ve ağabeyin bununla bir ilgisi yok mu? O zaman başörtüsünü yasaklamak da nereden çıktı? Başörtüsüyle ilgili sorun bariz bir biçimde dini. O veletler inançlarını açık ediyorlar. Hey sen! Git tek ayak üzerinde bekle!
5. Baba ve ağabey baskısı ile de olsa, feministçe de olsa başörtüsü yırtılmalı. Ya da inancının arkasında duran, kızın kendisi mi? O zaman da ‘‘laikçe’’ yırtılmalı. Baçı açık! Her yerde! Söylendiği gibi –gayrimüslimlerin bile söylediği gibi- herkes ‘‘baçı açık’’ dışarı çıkmalı.
6. Başörtülü kızın babasının ve ağabeyinin aslında sadece ebeveyn olarak muhatabınız olmadığını iyice anlayın. Genellikle ima edilir, bazen ilan edilir: Baba ahmak bir işçidir, ‘‘ülkenin dışından’’ bir kaybeden, Renault’ta montaj bandında çalışır. Modası geçmiş bir adamdır ama salaktır. Ağabey esrar kullanır. Modern biridir ama yozlaşmıştır. Tekinsiz varoşlar. Tehlikeli sınıflar.
7. Müslümanların dini diğer dinlerin üzerine koyu bir gölge düşürmüştür: Fransa’da İslam fakirlerin dinidir.
8. Kafanızda bir ortaokul müdürü canlandırın, birkaç santimetre arkasında ellerinde makaslar ve hukuk kitaplarıyla silahlanmış bir müfettiş mangası:  okul girişinde duracaklar ve başörtülerin, kippaların ve şapkaların ‘‘inanç simgesi’’ olup olmadığını kontrol edecekler. O başörtüsü topuzun üzerine tünemiş bir posta pulu büyüklüğünde mi? O kippa 2 avroluk madeni para kadar mı? Şüpheli, çok şüpheli. Küçük bir şey büyük bir şeyin göze çarpan kısmı olabilir. Bir dakika, ne gördüm ben? Dikkatli olun! Bu bir silindir şapka! Pekala şimdi! Bir keresinde silindir şapkalar hakkında bir soru sorulduğunda Mallarme açıkça söylemişti: ‘‘Böyle bir şeyi takan asla çıkaramaz. Dünyanın sonu gelebilir ama şapkanın değil.’’ Sonsuzluk simgesi!
9. Laiklik. Paslanmaz bir ilke! Otuz ya da kırk yıl önce liseler kız ve erkek öğrencilerin aynı sınıfta okutulmasını yasaklanmıştı. Kızların pantolon giymesi yasaktı. İlmihal ve vaaz zorunlu derslerdi.  Pazubentli adamları ve tül peçeler arkasındaki sevimli hanımlarıyla cemaat ciddiydi. Eşarp değil, gerçek peçe. Ve siz benim başörtüsünü bir suç olarak ele almamı mı istiyorsunuz? Hani şu geri kalmanın, huzursuzluğun, bir geçici kenetlenmenin sembolünü? Dün ile bugünü memnuniyetle harmanlayan o genç hanımlar dışlanmalı mı gerçekten? Devam edin, kapitalizm çarkını çevirin. Gelenlere ve gidenlere, pişman olanlara ya da uzaklardan yeni işçi girişlerine bakmaksızın, kapitalizm, şişman tüketim tanrısını dinlerin ölü tanrıları yerine geçirmenin bir yolunu bulacaktır.
10. Lafı açılmışken, ticaret de bir kitle dini değil mi? Kıyaslandığında Müslümanların sofu bir azınlık gibi göründüğü? Bu onur kırıcı dinin inanç simgeleri de pantolonların, spor ayakkabıların, tişörtlerin üzerinde okuduklarımız değil mi: Nike, Chevignon, Lacoste… Okullarda, birer moda kurbanı olmak tanrının sadık hizmetkarı olmaktan daha bayağı değil mi henüz? Ben hedefi on ikiden vuracak olsam –daha yükseği hedefleyerek- derdim ki herkes neyin gerekli olduğunu biliyor: Markalara karşı bir yasa. İşe koyul Chirac, ödün vermeden Kapital’in dini simgelerini hiç taviz vermeden yasaklayalım.
11. Benim için bir şeyi açıklığa kavuşturun lütfen. Farklı alanlarda ve farklı zamanlarda vücudunun neresinin gösterip neresinin gösterilemeyeceği hakkındaki cumhuriyetçi ve feminist mantığı tam olarak ne belirliyor? Anladığım kadarıyla, bugünlerde hala ve sadece okullarda değil, ne meme uçları gösterilebiliyor, ne kasık kılları, ne de erkeklik organı. Bu bölümler ‘‘başkalarının nazarından gizleniyor’’ diye kızmalı mıyım? Kocalardan, sevgililerden ve ağabeylerden şüphelenmeli miyim? Sizin kendi ülkenizin kırsal kesimlerinde –ve bugüne kadar hala diğer yerlerde olduğu gibi Sicilya’da- dul kadınlar siyah eşarplar örter, siyah çoraplar ve şallar giyerdi. Bunu yapmak için Müslüman bir teröristin dul kalmış eşi olmak zorunda değilsiniz.
12. Bunca feminist kadın tarafından başörtüsü örten birkaç kıza beslenen kin tuhaf. Kötü başkan Chirac’tan, %82’lik Sovyet’ten, başörtülülere kanun namına baskı yapmasını istediler. Ama bu sırada metalaşmış kadın vücudu her yerde. En aşağılayıcı pornografi dünya çapında satılıyor. Allah’ın her günü bedenin cinsel teşhiri üzerine tavsiyeler gençlik dergilerinde yer israf ediyor.
13. Tek açıklaması var: Bir kız satacak nesi varsa göstermelidir. Mallarını teşhir etmelidir. Bundan böyle kadın döngüsünün berdele göre değil, yaygın modele göre olacağını göstermelidir.  Sakallı babalar ve ağabeyler için çok kötü. Yaşasın dünya pazarı! Yaygın model en moda modeldir.
14. Sadece kendi seçimi olan bir erkeğin karşısında soyunmak zorunda olması yazılı olmayan bir kadın hakkı olarak kabul edilirdi. Ama hayır. Her an soyunmayı ima etmek olmazsa olmazdır. Her kim piyasaya sürdüklerinin üzerini örterse sadık bir tüccar değildir.
15. Şunu tartışalım o zaman, oldukça ilginç bir noktayı:  başörtüsü yasası katıksız kapitalist bir yasadır. Kadınlığın teşhir edilmesini emreder. Diğer bir deyişle; pazarlama paradigmasına göre kadın döngüsünün sağlanması zorunludur.
16. Aslında her yerde ‘‘peçe’’nin kadın cinselliği üzerinde dayanılmaz bir kontrol olmadığı söyleniyor. Gerçekten günümüzde bizim toplumumuzda kadın cinselliğinin kontrol altında olmadığına inanıyor musunuz? Bu naiflik Foucault’yu güldürürdü. Hiçbir zaman kadın cinselliğine bu kadar çok özen gösterilmedi,  ayrıntıya bu kadar çok dikkat edilmedi, bu kadar bilgili tavsiyede bulunulmadı, iyi ve kötü kullanımları arasında bu kadar çok ayrıma gidilmedi. Haz netameli bir zorunluluk haline geldi. Güya heyecan verici vücut bölümlerinin evrensel teşhiri Kant’ın ahlaki buyruğundan daha katı bir yükümlülüktür. Sırası gelmişken; tabletlerimizin ‘‘Tadını çıkarın hanımlar!’’ıyla büyük-büyükannelerimizin ‘‘zevk almak yok!’’ ları arasında, Lacan uzun zaman önce bir izomorfizm kurmuştu. Ticari egemenlik, ataerkil egemenliğin hiç olamadığı kadar daimi, kesin ve kitleseldir. Yaygın fuhuş döngüsü, ailenin özgürlüğü kısıtlamasından, Antik Yunan komedisinden Moliere’e kadar izleyici gülmekten alıkoyan rüculardan daha hızlı ve şaşmazdır.
17. Anne ve fahişe. Bazı ülkelerde gerici yasalar annenin lehinde, fahişenin aleyhinde tasarlanır. Diğer bazı ülkelerde ilerici yasalar fahişenin lehinde annenin aleyhinde tasarlanmıştır. Ama reddedilmesi gereken bu ikisi dışındaki alternatiftir.
18.  Ama bu alternatif, meydan okuduğu şeyi tarafsız bir zeminde sadece devam ettiren ‘‘ne o ne de bu’’ mantığı da değildir. Açıkça abes bir karşılaştırma olan ‘‘ne fahişe, ne itaatkâr’’da olduğu gibi: Genellikle itaatkar olan ‘‘fahişe’’ değil midir, fazla mı oldum? Geçmişte Fransa’da onlara ‘‘les respectueuses’’ (dost) denirdi. Bir bütün olarak ele alındığında; kamu itaatkârı.
19. İnkâr etmenin yolu yok: Bugün düşüncenin düşmanı mülktür, iştir, nefs gibi şeylerdir ama inanç değildir. Bunun yerine söylenmesi gereken, en çok ihtiyaç duyduğumuz şeyin [politik] inanç olduğudur. ‘‘Kökten dinciliğin yükselişi’’ doymuş batılıların, üzerinde yönettikleri zihinlerin yıkımının korkutucu etkilerini gördükleri bir aynadan başka bir şey değildir. Ve özellikle ehemmiyetsiz demokrasilerin paravanı altında ya da uçaklardan attıkları büyük insani yardım kolileriyle Batılıların her yerde kurmaya kalkıştığı politik düşüncenin yıkımının etkilerini. Bu şartlar altında, farklı anlayış biçimleri sağlama görevinde olduğunu iddia eden laiklik, rekabet gözetmeye, Batı normlarına göre eğitmeye ve her inanca karşı düşmanca tavır takınmaya sebep olacak bir akademik kuraldan başka bir şey değildir.
20. Kimse feminizmin tek başına ilerlemesine ayılıp bayılmaz. Kadınların özgürleşmesiyle başlayarak, bugünlerde de feminizm şunu iddia ediyor: edinilen ‘‘özgürlük’’ o kadar mecburidir ki sadece giyim kuşamlarına bakılarak kızların (ve tek bir erkeğin bile değil) dışlanmasını gerektirir.
21. ‘‘Cemaatler’’le ilgili toplum jargonunun tümü, ve bu ‘‘Cumhuriyet’in’’ ‘‘cemaatçiliklere’’ karşı öfkeyle siper alması kadar metafizikseldir, tüm bunlar deli saçması. Bırakın insanlar istedikleri gibi yaşasınlar ya da yaşayabildikleri gibi, ne yiyorlarsa onu yesinler, türbanlarını, elbiselerini, mini eteklerini, tesettürlerini, step ayakkabılarını giyebilsinler, ki istedikleri zaman gevşeyebilsinler, birbirlerinin rahat fotoğraflarını çekip renkli jargonlarla konuşabilsinler. Onlar dünya kapsamının dışındalar. Ne bir düşünceyi engellerler ne de desteklerler. Onlara saygı duymak ya da onları tenkit etmek için bir sebep de yok. Adı üstünde ‘‘öteki’’nin biraz farklı yaşaması –ihtiyatlı ilahiyat ve portatif ahlak hayranlarının Lévinas’ın arkasından söylemeye alışık oldukları gibi- herhangi bir gözlemi anlamsız kılacak kadar açıktır.
22. İnsan denen hayvanların kökenlerine göre gruplaştığı gerçeğine gelince, bu, göçmenlerin Fransa’ya geldiklerinde karşılaştıkları berbat koşulların en sık olanlarının doğal ve kaçınılmaz bir sonucudur. Sadece kuzen ya da yakın köylü hemşeri, ister istemez, sizi Saint-Ouen-l'Aumône’da bir banliyö evinde karşılayabilir. Birinin Çinlilerin Çinlilerin olduğu yere gideceğini resmen belirtmesi için gerçekten salak olması gerekir.
23. Bu ‘‘kültürel farklılıklar’’ ve ‘‘cemaatler’’ göz önünde bulundurulduğunda elbette tek sorun onların toplumsal varlığı, yaşam alanı, işi, ailesi veya okulu değildir. Doğruyu söylemek gerekirse asıl sorun isimlerinin belki sanatta, belki bilimde, aşkta ve özellikle politikada yer işgal ediyor olmasıdır. Bir insan olarak benim hayatımın özelliklerle örülü olması eşyanın kanunudur. Bu özellik kategorilerinin evrensellik iddiasında olması, bu suretle konunun ciddiyetini üzerlerine alıyor olmaları, işte felaket burada başlıyor. Önemli olan fiillerin ayrılmasıdır. Sarı iç çamaşırıyla matematik çalışabilirim ya da rastalı saçlarımla seçim demokrasisinden çıkarılmış politikalar için aktivist olarak çalışabilirim. Kuram, altında toplandığımız korkulardan örülü slogandan daha ürkek (ya da cesur) değil. Ya da slogan saçı rastalıların alınmamasını içermiyor.
24. Birkaç kızın tesettürü gibi ehemmiyetsiz bir husus yüzünden eğitimin ciddi bir tehdit altında olduğu söyleniyor. İşte bu his, gerçeğin orada dönen şeyle bir ilgisi olmadığı şüphesini uyandırıyor. Bunun yerine fikirler buluyoruz, tabana yönelik ve muhafazakar fikirler. Politikacıların ve aydınların eğitimin ilk ve en önemli amacının ‘‘vatandaşları eğitmek’’ olduğunu ifade ederken görülmeleri gerekmiyor muydu? Ne iç karartıcı bir program! Bizim zamanımızda ‘‘vatandaş’’ politik sistemde –herhangi bir şekilde doğruyu görmesi açıkça yasaklanmış- şehvet tuzağıyla yakalanmış bir avdır.
25. Sıkıca sarılmış topuzları, yüzlerindeki ciddi ifadeleriyle, azimle çalışan, bu Cezayir, Fas, Tunus kökenli kızların sayısının, hem yüksek hem de düşük mevkilerde, birkaç Çinliyle, ki onlar da dünya ailesine daha az bağlı değillerdir, dolacağını düşünmüş olmamız gerekmez miydi, üstün sınıf beyinler? Bugünlerde düşünmek çok fazla fedakârlık gerektiriyor. Ve bunun sonu pekala Sovyet Chirac’ın yasasının bazı harika öğrencileri bağıra çağıra okuldan kovmasına kadar varabilir.
26. ‘‘Sınırsız eğlence’’. 1968’in bu aptal mottosu bilgi arabasının gazına hiç basmadı. Belli bir doz, derindeki sebebi Freud’dan beri biline gelen, zahitlik, tedrisat alanına yabancı değildir. Geçerli hakikatlerin en az birkaç kabataslak parçası oradan su yüzüne çıkmıştır. Öyle ki, sonunda başörtüsünün yararlı olduğu ortaya çıkabilir. Yurtseverlik, çıraklığın sert içkisi, ortada yokken, her tür idealizm hatta bayağı olanlar bile sıcak karşılanıyordu – en azından okul nesnesinin tüketici-vatandaşlar ‘‘yetiştirmek’’le biraz ilgisi olduğunu düşünenler tarafından.
27. İşin aslı, başörtüsü yasası tek bir şey ifade eder: korku. Genelde Batılılar, özelde Fransız’lar korkudan titreyen bir çokluktan başka şey değil. Neden korkuyorlar? Her zaman olduğu gibi, barbarlardan. İçeridekilerden, mesela ‘‘varoşlardan bir genç’’lerden; dışarıdakilerden, mesela ‘‘İslamcı terörist’’lerden. Niçin korkuyorlar? Çünkü suçlular ama masum olduklarını iddia ediyorlar. -1980’lerden bu yana- özgürleştirici politikaların hiçbir türünü, devrimci Aklın hiçbir biçimini ve başka şeylere yönelik hiçbir gerçek savı tanımadıkları ve yok etmeye çalıştıkları için suçlular. Alçak ayrıcalıklar peşinde koştukları için suçlular. Satın aldıkları çeşit çeşit şeyle oynayan birer çocuktan başka bir şey olmadıkları için suçlular. Evet, aslında ‘‘uzun bir çocuklukta yaşlandırıldılar’’. Bu yüzden daha az yaşlı olan her şeyden korkuyorlar. Mesela inatçı bir genç hanımdan.
28. Ama genelde Batılılar, özelde Fransızlar bilhassa ölümden korkuyorlar. Bir Fikrin nasıl olup da uğruna riskler alınabilecek bir şey olduğunu hayal etmekten acizler artık. ‘‘Sıfır ölüm’’ en önemli arzuları. Kendi açılarından bakınca, tüm dünyada ölümden korkmak için hiçbir sebebi olmayan milyonlarca insan görüyorlar. Ve bunların arasında pek çoğu bir Fikir adına neredeyse her gün ölüyorlar. ‘‘Uygar’’ insanlar için bu en yakın dehşet duygusunun kaynağı.
29. Birilerinin uğruna ölmeye hazır olduğu Fikirlerin buna değmeyeceğinin elbette farkındayım. Tanrıların uzun zaman önce çekip gittiğine inanmış biri olarak, ne zaman genç erkekler ve genç kadınlar uzun zamandır var olmayan bir şeyin şahadet çağrısına uyarak korkunç katliamlarda bedenlerini parçalara ayırsalar kederleniyorum. Bu korku salan ‘‘şehitler’’in, katletmek istedikleri insanlar için çok da fazla endişelenmeyen suikastçılar tarafından birer araç haline getirildiklerinin de farkındayım. Bin Ladin’in Amerikan servislerinin ajanı olduğu hiçbir zaman yeterince tekrar edilmiş olmayacak. Ne saflığa, ne azamete ne de bu intihar saldırılarının yararlılığına, ya da her neyineyse, inanacak kadar naif değilim.
30. Ama bu acımasız bedelin Batının hâkimlerine, siyasi gerçekliğin her formunun son zerresine kadar yıkımıyla ödetilenlerin ilki olduğunu söylüyorum. Bu mesele, özellikle Fransa’da, entelektüellerin ve halkın suç ortaklığıyla doğuruldu. Devrim Fikrini hafızasına varana kadar şiddetle tasfiye etmek mi istiyorsunuz? ‘‘İşçi’’ kelimesinin tüm kullanımlarının, hatta kinayeli olanlarının bile kökünü kazımak mı istiyorsunuz? O zaman sonuçtan şikayet etmeyeceksiniz. Dişlerinizi sıkın ve yoksulları öldürün. Ya da Amerikalı dostlarınıza öldürtün.
31. Hak ettiğimiz savaşları yaşadık. Acıyla uyuşmuş bu dünyada, büyük gangsterler acımasızca ülkeleri bombalayıp kan gölüne çevirdiler. Vasat gangsterler kendilerini rahatsız edenlere karşı suikastlar hedeflediler. Başörtüsüne karşı yasalar tasarlayanlarsa gerçekten küçük üçkâğıtçılar.
32. O kadar da ciddi bir şey olmadığını söyleyecekler. Emin olun. Tarihin son mahkemesinden önce kendimize hafifletici sebepler bulacağız: ‘‘Bir saç şekillendirme uzmanı olarak, skandalda sadece küçük bir rol oynadı.’’


Fransızca'dan çeviren: Norman Madarazs ( http://zinelibrary.info/files/badiou-hijab-imposed.pdf )
İngilizce'den çevirerek olayın suyunu çıkaran: bendeniz

29 Şubat 2012 Çarşamba


KUMRU


                                                                                               '' Bana empati yapma ben küçükken
                                                                                                 ben küçükken çok kuş vurdum iyi adam değilim.
                                                                                                 Geliştirdiğim duyarlılıkların alayını toplasan
                                                                                                 kanadını kanattığım tek bir serçe yavrusunu iyi etmiyor.''
                                                                                                                           
                                                                                                                                                      Ali Lidar


Katil olmak, birini öldürüp öldürmemenizle çok da ilgili değildir. Sadece, birini öldürmüş olmanız sizi katil yapmaz ama eğer katilseniz, er ya da geç, birini öldürürsünüz. Yani eğer babam katil olsaydı, onu çoktan öldürmüştü. Ama katil olan bendim ve cinayet bana düştü. Bu yüzden içim rahat…

Aramızda ne kadar mesafe vardı hesaplayamıyordum; koşsam yakalayamayacağım kadar uzaktaydı. Ama mesafe anlamsızdı, ne kadar hızlı kaçarsa kaçsın kurşun ona yetişirdi. O da bunu anlamış olacak ki ‘‘dur!’’  dediğimde itaat etti. Birden yavaşladı ve durdu. Bana dönmeden önce bir süre alışmayı bekledi hareketsizliğe.  Ellerini başının hizasında, havada tutuyordu, oysa ‘‘eller havaya!’’ dememiştim, ben polis değilim. Onu her halükarda öldürecektim; ellerini havada tutup zararsız olduğunu kanıtlamaya çalışması ya da elleri arkada bağlı, umursamaz durması bir şey değiştirmezdi. Yine de beni yormaması işime gelmedi değil. Babam gelmeden işini bitirmeliydim.

Döndüğünde ilk bana değil silaha baktı. Eminim o an onu öldürmeyeceğime inanmış olsa tek merak ettiği şey silahı nereden bulduğum olurdu. Hatta belki de düşündü. Gözlerini namlunun tek gözünden ayırıp da bana baktığında suratının ortasında koca bir soru işareti vardı sanki. ‘‘Beni neden öldürmek istiyorsun?’’ sorusuna ait değildi bu kanca, bunun cevabını ikimiz de biliyorduk. O halde silahı nereden bulduğumu merak ediyor olmalıydı. Aşağılayıcı, çarpık gülümsememi gerdim dudaklarıma, keşke ayna olsaydı da görebilseydim, bu gülümsemeyi çok çalışmıştım. Konuşmayacaktım, soru sorarsa cevap bile vermeyecektim. Çatlak bir sesle konuşmaya başlarsam tüm tehditkarlığım balon gibi sönüverirdi.

Nereye ateş etmeliydim? Aslında kendime o kadar güveniyordum ki tam alnının ortasına nişan almaya niyetlendim. Ama bu boş bir güvendi çünkü daha önce dolu bir silahı elime bile almamıştım, hem ıskalarsam büyük fiyasko olurdu. Sağ elimle başına doğrulttuğum namluyu hareket ettirmeden, sadece gözlerimle –hatta belki gözlerimle bile değil, düşüncemle- vücudunda ölümcül olabilecek birkaç hedef belirleyip hayali birer çarpı koydum her birine. İki kaşının ortası, fiyakalı ama zor bir hedefti. Yanlışlıkla gözünden ya da burnundan vurursam kurbanım hiç de güzel görünmeyecekti. Gırtlağından vurmak ikinci tercihimdi ama sıyırırsam ya da hepten kaçırırsam benim şaşkınlığımı fırsat bilip kaçmaya davranabilirdi. Aslında önce bacaklarından yaralayıp sonra yaklaşıp kafasına silah dayamak da fena fikir sayılmazdı. Ama o heybetli bir adamdı eğer çok yakınına gidersem yaralı haliyle bile hakkımdan gelebilirdi. Göğsü kolay hedefti, iş bitiriciydi de. Kalbinden vurmak isterdim ama o anda kendi kalbimin bile nerede attığını tespit edemiyordum. Yine de göz kararı ateş edersem, şansın da yardımıyla kalbi tutturabilirdim. Hem kalbi ıskalarsam bile akciğerler de az hayati sayılmazdı. En kötü ihtimalle iman tahtasında muazzam bir delik açmış olurdum. Sonra yaklaşıp ölüp ölmediğini kontrol eder, ölmediyse icabına bakardım.

Göğsünde karar kıldım. Ancak o zaman fark ettim bir şeyler geveleyip durduğunu. Dudakları, kıpırdadıkça yamuluyor, kah gaga gibi öne uzanıyor kah yanaklarına doğru çekiliyordu ve sanırım dili tüm ağzına yayılmıştı, ne söylediğini anlamaya imkân yoktu. İnsan, ağlarken konuşmaya çalışmamalı. Söylediklerini anlamaya çalışarak kendimi yoramazdım, tek elimle hala başına doğrultmakta olduğum silahı iki elimle sıkıca kavradım. O zaman, son nefeslerini yalvararak tüketmenin anlamsız olduğunu fark etmiş olacak, sustu. Titreyen dudaklarını dişlerinin arasına aldı, havadaki ellerini gövdesinin iki yanına düşürdü ve çaresizce omuz silkti. Gözlerinden yaşlar akmaya devam ediyordu.

Silahı göğüs hizasına indirmeye başladım. O an gözlerinden bir parıltı geçti. Yüzünde seğirme gibi, bir tebessüm titredi. Sanırım silahımı indireceğimi düşünmüştü. Kendime kızdım, demek yeterince kararlı görünmüyordum, demek onu öldüreceğime ikna olmamıştı…

Ateş ettim!

Üstümüzdeki dallardan onlarca kuş havalandı, belki yüzlerce... Demek şimdiye kadar oradaydılar, her şeye şahit olmuşlardı. Kollarımı gevşettim, ama silahı indirmedim. Ateş etmek sandığım kadar kolay değilmiş, sanki kollarımdaki lifler kopmuştu. Kendi canımın acısını savıp kurbanıma baktım. Dizlerinin üzerine çökmüştü, bana bakıyordu, yüzündeki tedirgin gülümseme, gözlerindeki yaşama umudu gitmişti. Artık onu öldürdüğümün idrakindeydi. Yüz üstü yıkıldı. Ancak o zaman, öldüğüne ikna olunca, indirdim silahı…

‘‘Silahı bana ver’’ dedi arkamda bir erkek sesi. Polis mi? Olamaz, buraya jandarma bakar. Ne fark eder, polis ya da jandarma? Enselendim işte! Kendim gidip teslim olacaktım zaten, ne gerek vardı bu kadar çabuk gelmelerine? Babamı görebilecek miydim? Buraya gelir de cesedi bulur, beni bulamazsa… olay yeri inceleme için birkaç adam bırakırlar, onlardan öğrenir tutuklandığımı. Arkama dönünce bana doğrultulmuş bir silah mı görecektim? Az önce kurbanımın yaptığı gibi ellerimi havaya kaldırmam gerekir miydi? Hayır, buna gerek yoktu sadece silah istenmişti. Silahı kavrayan parmaklarımı açtım, sadece tetikteki işaret parmağım kaldı. Silah, kalan kurşunların ağırlığıyla kabzesi aşağıda kalacak şekilde döndü işaret parmağımın ekseninde. Elime, elime yapışıp kalan silaha baktım, namlu da bana baktı. Ben onu bıraktım, o beni bırakmadı…

Arkama döndüm. Meğer babammış silahımı isteyen! Aslında ben, bundan çok babamın sesini tanımayışıma şaşırdım. Ama biraz düşününce kulaklarımı mazur gördüm, belki konuşsam kendi sesimi bile tanıyamayacaktım. Patlamayla birlikte tüm ses algılarım değişmiş olabilirdi. ‘‘Silahı bana ver’’ dedi yeniden, elini, ona borçluymuşum da borcunu istiyormuş gibi kararlı uzatmıştı. Parmağımdaki silahı ona uzattım. Sanki cam kırmıştım da sapanımı teslim ediyordum babama. Silahı aldı, ezberlemeye çalışır gibi her yanına baktı, şarjörü çıkarttı, kurşunları avucuna sayıp yeniden şarjöre yerleştirdi, şarjörü de kabzeye sürdü. Uzakta, hayali bir hedefe doğrulttu silahı, sonra indirdi, kabzeyi daha sıkı tuttu. Öyle sıkı tuttu ki; ellerindeki kahverengi yaşlılık lekelerinin arasından mavi damarlar yükseldi. Cesedin yanına gitti, yüzünü benden yana dönüp, yine de gözlerini sımsıkı yumarak, bir kez de o vurdu ölü adamı. Babamın ne yapmaya çalıştığını anlıyordum artık…

Birazdan aşağımızdaki toprak yoldan jandarma jipleri geliyor olacaktı. Bunu ikimiz de biliyorduk. ‘‘Git!’’ dedi. Sesimi kaybetmiştim, diyemedim hiçbir şey. ‘‘Git!’’ dedi. Dudaklarımı ısırdım, hala konuşamıyordum, silaha hamle ettim. Silahlı elini ardına gizleyip diğer eliyle beni itti. ‘‘Git!’’ dedi, söver gibi. Seyrek adım geriledim, sırtımı dönemiyordum. Uzakta bir toz bulutunu sürüklüyordu ardından iki asker yeşili araç. ‘‘Koş!’’ dedi…

Koştum ben de, ardıçlara doğru… Çok uzaklaşmadım ama, saklandım bir kayanın üzerinde bitmiş bir ardıcın evine. Babamı görebileceğim bir yer bulsaydım keşke: ‘Eller havaya!’ demişler miydi jandarmalar? Kelepçe takacaklar mıydı yaşlı bileklerine? Ona silah doğrultacaklar mıydı?..

Kuşlar geçti üzerimden, bunlar az önce benim korkutup kaçırdığım kuşlar mıydı? Başımın üzerinde bir dalda bir şey kıpırdadı, buldular sandım beni. Ama sadece bir kumruydu, yumurtalarının üzerindeydi, benden daha çok korkmuş olmalıydı. Babamı düşünmek istemiyordum, çünkü o aklıma geldikçe soluduğum havadaki moleküller cam kırıklarına dönüşüyor, burnumu, genzimi, gırtlağımı yırtıp ciğerlerime saplanıyordu. Ben de kumruları düşündüm:

‘‘Kuşları severim ben, çocukken sapanım vardı, çok iyi kullanırdım ama hiç kuş öldürmedim. Hatta bir keresinde yaralı bir kumrunun hayatını bile kurtarmıştım… kurtarmıştık, babamla birlikte… Aslında o kumruyu vuran da bendim. Çatının üzerindeydi, nasıl olsa vuramam diye nişan almıştım. Ama şeytanın işi işte, tam da kanadından vurdum! Yuvarlanıp düştü damdan. Yaralı kanadını toplayamıyordu bile. Bırakıp gitmek istedim ama kediler yerdi. Köydeki diğer çocuklar olsa hemen gidip kafasını koparıverirlerdi. Sonra tüylerini yolup, minicik bir ateş yakarlar ve yerlerdi kumrucuğu… Şanslı hayvanmış ki ben o yamyamlar gibi değildim. Hem ben onu öldürmemiştim ki...Sadece yaralıydı, şuncacık sapan taşının yarasından ne olurdu? Yarasını sararsam bir de güzel beslersem hemencik iyileşirdi elbet… Ama iyileşmedi. Ne verdiğim buğdayı yedi, ne de kırığı kaynadı. Onu sakladığım kutunun içinde, bir kanadı yere serili, her gün biraz daha zayıfladı. Yarı şeffaf göz kapakları daha seyrek aralanmaya başladı, minicik başını tutamaz oldu, gagası gittikçe sinen kursağına dayandı. Üstelik yarası kurtlandı. Kuzenime anlattım belki yapacak bir şeyler bulur diye, ‘kediye verelim’ dedi. Artık kutuyu ondan da saklıyordum. Babama anlatmaya karar verdim, belki biraz kızardı ama muhakkak bir çare bulurdu. Akşam babam geldiğinde hemen anlattım durumu, kuzenimden ve kedilerden sakladığım kutuyu çıkarıp gösterdim babama: meğer ben yanlış yapıyormuşum, kutuyu aldık dağa gittik beraber; yaralı kuşlar dalların arasında olursa hemen iyileşirlermiş. Kutudan çıkartıp bir ardıç kovuğuna koydu babam kumruyu. Kutunun dibinde, kumrunun gagasını sürmediği buğday tanelerini de ardıcın dibine döktük, biraz toparlanınca hemen yemek aramak için yorulmasın diye… Geri dönerken söz verdi babam; ertesi sabah erkenden gidip kontrol edecektik kumrucuğu… Gittik de… Kumrucuk yoktu, buğdaylar yoktu, sadece gri renkli birkaç tüy vardı. ‘‘Gördün mü bak?’’ dedi babam ‘‘iyileşmiş, yemini yemiş ve uçup gitmiş’’ Eve dönerken mutluydum. Kumrunun hayatını kurtarmıştım. Kuzenime de anlattım hemen, ama o dedi ki;
- Ya bir tilki ya bir sansar yemiştir onu!
Babama baktım. Ağlayacaktım.
- Hayır kızım, dedi babam. Uçup gitmiş işte! Hem tilki yemiş olsa buğdaylar nerede? Tilkiler, buğday yemez.’’


Üstümdeki dalda kumru uykuya daldı. Ben uyuyakaldım. Kuşları severim ben… Hiç kuş öldürmedim… İnsanları da severim… Babamı da…

12.11.2011

28 Şubat 2012 Salı

ÇİRKİN KADIN YOKTUR





Fakat ne bilsin kadın
Takma tırnaklarıyla tutunduğu hayatın
Kendisinin olmadığını?

Uyandı kadın; bir yanında duvar, diğer yanında çıplak sırtı bir erkeğin. Baktı uyuyan adamına, hiç ondan önce kalkmamasına rağmen duvar kenarına yatmayışına –yine içinden- söylenerek yatağın ayakucuna doğru sürükledi uykulu gövdesini. O daha yataktan çıkmadan, adam uykusunda dönüp kadının yatakta bıraktığı sıcak çukurluğa sokuldu. Tüm gece sırtıyla yüzleştiği adamı yüzünün yastıktaki izinde yüzüstü bırakıp çıktı odadan.

Sabahlığını mutfağa uzanan koridorda giydi. Ezbere buldu çaydanlığı, ezbere doldurdu suyu, ezbere yaktı ocağı… Ezbere çıkıp giderken mutfaktan, yine koridorda çıkardı sabahlığını, bu sefer banyo istikametinde. Suyu açtı, akıttı üstünden teninde tenleşmiş, kendisinin olmayan teri. Ekstra hacim veren formüllü şampuanıyla ince telli saçlarını yıkadı, durulanmadan, gözü kapalı uzandı spa masajı etkili duş jeline, ölü deri soyucu banyo lifinin üzerine bir miktar döktü, aceleyle yıkadı vücudunu da; suyun kendisini yormasına ya da dinlendirmesine izin vermeden çıktı duştan. Buğulanmış aynada siluetini gördü yeterince zayıf buldu kendini, sevindi. Saçlarını havluya sardı, buğulu aynadaki Hint fakirine gülümserken bornozunu giydi. Omuzlarına yüklenen buharın ağırlığından ağır adımlarla kaçarak çıktı banyodan, mutfağa yöneldi, zamanlama mükemmeldi.

Islak bacaklarına ıslık çalan koca göbekli çaydanlığa ses etmedi. Buzdolabından kahvaltılıkları çıkarıp masaya yerleştirirken kadının, ıslığına aldırmazlığına sinirlenen çaydanlık homurdanmaya başladı. O zaman kadın demliğe uzandı ince bilekleriyle, çaydanlığın çeliğinde pembe havluyla çerçevelenmiş kocaman ağızlı şişman yanaklı suratı gördü. Kapağa doğru daralan alnında bir leke olduğunu işte o zaman fark etti. Önce demliğin üzerinde bir leke zannetti ama başı hareket edince leke de hareket ediyordu. Evet! Alnının tam ortasında iki kaşının arasında bir leke vardı belli belirsiz. Rutinini bozdu sevgilisini uyandırmaya gitmek yerine yeniden banyoya koştu.Aynaya bakmalıydı. Aynalar çaydanlıklar ve tencere kapakları gibi gerçeği çarpıtmaz ya da daha eğlenceli hale getirmezlerdi.

Banyodaki buhar dağılmıştı. Aynanın hafif buğulu yüzeyini elinin içiyle sildi, baktı: Alnında bir leke vardı, sivilce değil, yara değil, yastığın yüzünde bıraktığı uykunun ayak izi değil, bir leke! Parmaklarının ucuyla silmeye çalıştı, geçmiyordu. Aksine gittikçe belirginleşiyordu. Sanki leke teninin üzerinde değil teni lekenin üzerindeydi. Anlam veremediği bir suçlulukla kilitledi kapıyı. Banyo konsolu üzerindeki tüplerden birini kestirdi gözüne: peeling etkili yüz temizleyici jel. İşaret parmağının ucuna jelden biraz sıkıp dairesel hareketlerle ovmaya başladı lekenin bulunduğu yeri, parmağı ile alnı arasında yuvarlanan çilek çekirdeklerini hissetti. Birazdan leke gitmiş olacaktı ‘yine de cildiyeye bir görüneyim’ diye düşündü, mevsim değişikliğinden cildi mi kuruyordu ne? Görmediği halde lekenin çıktığına ikna olarak eğilip yüzünü yıkadı, gözleri kapalı, havluya uzandı yüzünü kuruladı. Yeniden baktı: Leke etrafı ovalanmaktan kızarmış olduğu halde hala oradaydı. Peeling etkili yüz temizleyici jelden daha fazla bir miktarı tüm avcuna sıkıp daha sert ovalamaya başladı kadın, bu defa sadece lekenin bulunduğu yeri değil tüm alnını. Yeniden çilek çekirdekleri, yeniden su, yeniden ayna. Fakat aynaya bakmasıyla –şaşkınlıktan mı, korkudan mı bilinmez- çığlık atması bir oldu: Alnındaki lekeyi peeling etkili temizleyicilerle çıkarmaya çalışırken o kadar ovalamıştı ki kadın; alınyazısı ortaya çıkmıştı!

Kadın, dehşet içinde, alnındaki kargacık burgacık harflere bakarken banyonun kapısı vuruldu telaşla. Adam çığlığını duymuş olmalıydı, ne olduğunu soruyordu. Kadın sesindeki titrekliği yutarak gitmesini, kendi evinde duş almasını söyledi. Ayaküstü bir de yalan uydurdu: memleketten bir misafiri gelecekti eve. Kadın suyu yeniden açtı adamın söylediklerini duymuyor olabilmek için. Bu yalanın adamı ikna ettiğine, şu anda yatak odasında aceleyle pantolonunu giyerken bir taraftan da gömleğini nereye koyduğunu bulmaya çalıştığına emindi. Yine de dış kapının sesini duyana kadar ban yo kapısına sırtı dayalı oturup bekledi. Böylece alınyazısı konusunu düşünmeyi de biraz erteledi. Açık bıraktığı sıcak suyun buharı göğüs kafesinin üzerine çöküyordu. Ayna yeniden buğulanmıştı. Kalktı aynadaki siluetini karşısına aldı, bornozdan yılanın kabuğundan çıkması gibi sıyrıldı saçlarında unuttuğu havluyu da açtı. Havlu extra hacim veren şampuan gibi, saçları ıslak havlu gibi kokuyordu. Buhar ağırlaşıyordu fayansların, aynanın, banyo dolaplarının buzlu camlarının üzerinde ama en çok göğüs kafesinde kadının… Aynanın yüzeyi artık kaldıramayacak hale gelince buğuyu, ağırlaşan ilk damla kaydı aynanın yüzeyinden, diğerleri onu izledi. Ve kadının göğsünün gittikçe daralan hacmi kaldıramayacak hale gelince bunu… Su buhara, buhar buğuya, buğu suya, su buhara… dönüşürken kadın bir türlü bulamadı nasıl çıkartacağını alnındaki ‘kader’ denen dövmeyi. Alnında bir lekeyle dolaşmaya alışabilirdi belki ama bu yazılarla hilkat garibesine benziyordu.

Kalktı suyu kapattı, aynanın buğusunu silip baktı yüzüne; ne kötü alınyazısı vardı, okunaklı bile değildi, Tanrı’nın el yazısı ne çirkindi! Ama kararını vermişti, silemiyorsa üstünü kapatabilirdi. Laf olsun diye zaten ıslak olan bornozu teninde suyun terlediği bedenine sarıp yatak odasına geçti. Aynalı şifonyerin önündeki tahtvari sandalyesine oturup makyaj malzemelerini gelişigüzel doldurduğu küçük sandığı karıştırmaya başladı. Yaradılıştan en nursuz kadınları bile ay yüzlü birer güzele dönüştürebilen bu kozmetik mucizeleri iki satır yazının da üstesinden gelebilirdi ya. Çirkin kadın yoktu  elbet: Sivilceler yoktu az maske vardı, çiller yoktu az fondöten vardı, göz torbaları yoktu az aydınlatıcı vardı vesselam… Bunları düşünürken güldü, sonra alnında bir bildiriyle gezerken bunları düşünebildiğine güldü, sonra göz kenarlarında gülmekten oluşan kaz ayaklarına bakıp kaş çatmaktan alnının kırışmasına güldü.

Gül kokulu makyaj sandığından bulabildiği tüm fondöten, kapatıcı ve pudralarını çıkardı. Önce cildini bir güzel nemlendirdi sonra da başladı her sabah yaptığı gibi yüzünün üzerine yeni bir yüz çizmeye, tek fark bugün alın bölgesine biraz daha yoğunlaşmasıydı…

Nafile! Ne sürse kapatamadı alnındaki anlamsız yazıları. Bir gölgeyi gömmeye çalışmak gibiydi: ne kadar çok çabalasa ne kadar çok sürse sanki o kadar yükseliyor, o kadar belirginleşiyordu harfler. Bu halde dışarı çıkmasına imkan yoktu. Güzel olmalıydı her gün olduğu gibi. Evet, çirkin kadın yoktu… Ve evet! O var olmalıydı! Tam sıkıntıdan saçını başını yolacak kıvama gelmişti ki kavradığı bir tutam saçı elinden bırakmadan çekmeceleri karıştırmaya başladı. Bir makas buldu , bir tutam perçem kesip alnına düşürdü. Zaten bu yıl dağınık perçemler modaydı . Sırma saçarıyla perdeleyiverdi alınyazısını. Kaldığı yerden devam etti sonra,yüzünün üstüne yeni bir yüz çizmeye: gözlerini bir ahudan kopyaladı, kirpiklerini geceden… ve kıpkırmızı bir rujla mühürledi dudaklarını…

28.09.2011