8 Ekim 2012 Pazartesi

MÜREKKEP - CEMAL ŞAKAR



                                                                               ''Keşke bu son olsaydı ey sevgili okur!''

''Öykü'' pek çok dilde ''tarih'' kelimesiyle benzer sesletimi olan bir kelime. Bizde öyle olmayışı öykü ve tarihi birbirinden uzak kılmıyor elbette. Cemal Şakar da Mürekkep'te en çok, tanık olduğu tarihten bahsetmiş, olanları dert edinmiş, kaydetmiş, kin tutmuş.

Mürekkep'in kapağını Murat Acar tasarlamış ve oldukça başarılı. -Normalde kitapların künyesini okumam. Ama kapağın, kitabın içeriğiyle bu kadar bağ kurabilmesi tasarımcıyı merak ettirdi.- Öyküleri okudukça kapaktaki bulanık yüzler netleşiyor, o kubbeyi hatırlıyorsunuz. Kubbenin üzerine dökülen harfler anlamlanıyor.

Kitabın ilk öyküsü ''Kılıç'' karanlıkla başlıyor. Zaten o karanlık olmasaydı bu öykülerin pek çoğu yazılmamış olurdu. Cemal Şakar zulmeti zulümden ayırmıyor. Çünkü nerede bir gerçeği örten varsa orada bir zulüm var. Sayfaları çevirdikçe karanlık daha da artıyor. ''Selahaddin'' gelmiyor, zulmet rengini ve biçimini değiştire değiştire her yere iniyor: Kudüs'e, Şam'a, Bağdat'a, Arakan'a... evlerimizin içine.

Bir beyaz ekran oluyor mesela, haberleri sunuyor. Ülkemizde olanları (ölenleri) bombaların düştüğü yerden değil, bombacı pilotun kabininden izletiyor; iç içe geçmiş ekranlar, savaş uçakları... Uzaklarda bir yerlere bombalar düşüyor. Biz ölenleri görmüyoruz. Bizi katil kılıyorlar, kimi öldürdüğümüzü bilmiyoruz. Dış haberlerdeyse bizi cinayete ortak etmiyorlarsa da yaşananların (ölümlerin) tamamen dışında bırakıyorlar. Spiker ölü ve yaralı sayılarını söylerken fonda rakamlar patlıyor, parçalanıyor, bazı rakamlar çığlık atıor, sakallı rakamlar tekbir getiriyor. Zulmü devam ettiren zulmet bu karartma değil mi?

Mürekkep, sizi ekranın karşısından alıp içine sokmuyor aslında. Ölenlerin yanına değil, kalanların yanına bırakıyor. Bir koğuş yangınında ölen bir mahkumun da baba olduğunu haberler bize söylemiyor çünkü. Kaza tutanaklarıyla, tarih kitaplarıyla, kamera açılarıyla, hatta vatan sevgisiyle hakikati örtüp zulmedenler değil, bazen ölenler de değil, rakamsal değerleri olmadığı için haber metinlerine girmeyenler anlatıyor kitapta. Cemal Şakar onlara sayılarla değil, kelimelerle ulaşıyor.

Bence kitabın ahsen-ül kasası ise kıpkısa bir öykü:''Battaniye''. Öykünün ilk iki cümlesi bile yeterdi bu kitabın en güzeli olmasına. Kasyun Dağı'ndan Şam'a bakmak bugüne dek işlenmiş tüm cinayetleri anlayabilmek gibi.

Bazı öykülerse hayat-memat meselesi değil, hayat gailesi. Bunlar da ''Dünyada en küçük bir şey yoktur ki güzel yazılmak şartıyla önemli bir konu sayılmasın'' sözünü doğrular nitelikte.

Kitabın bana düşündürdükleri bunlar. Kan elbette mürekkepten daha ağır: İnşallah bir son olur ey sevgili yazar.

2 Ekim 2012 Salı

Aleksey Maksimoviç Peşkov



Birgün Eskişehir otogardan bir taksiye binmiştim. ‘Bağlar’ dedim biner binmez, yol alıyoruz. Pek yol iz bilmem bu yüzden taksicilerin beni sevdiğini düşünürüm, ben de onları severim, taksiciler muhabbeti hoş insanlardır. Ama bu sefer kimse konuşmadı ben de taksideki şeyleri incelemeye başladım: taksimetreye bakarak fakir görünmek istemediğimden ön koltuk kılıflarının lastiklerini filan inceliyordum arkada. Sonra gözüm iç dikiz aynasından sarkan ıncık gıncığa takıldı. Baktım orda bir şey yazıyor. Dua filan asılı olur genelde aynada ama bu beyaz fona kırmızı Latin harflerle yazılıydı.Üzerinize afiyet bende biraz miyop var. Gözlerimi iyice kıstım okumaya başladım: ‘Beyaz gülün bile gölgesi siyahtır.’ Benim okumamla taksici abinin sonunda okuduğuma hükmedip ‘dayına bile güvenmicen’ demesi bir oldu. ‘Maksim Gorki’ deyip gülümsedim saçma saçma. ‘Tamam abla taksi durağının orada indireyim’ dedi. Daha Bağlar’a girmemiştik bile ama indim. Neden indiysem? Diyemedim ‘abi taksi durağı demedim, Maksim Gorki dedim’ diye. Sonra başka taksiye bindim. Bu da böyle bir anımdır.