26 Nisan 2013 Cuma

Acımasız Ya/Ya dalar: Drucilla Cornell'la Bir Röportaj - Sophie Lewis - Hannes Charen


Aile, geçmişe özlem ve biçimsel eşitlik feminizminin iflası

Aşağıda bir tahrikçi, devrimci, filozof, eski oyun yazarı, feminist, anne, hukuk ve etik düşünürü Drucilla Cornell’la bir röportaj var. Ekmek ve güller için savaşarak[1], feminizmdeki “biçimsel eşitlik” ve “farklılık” arasındaki iyice eskimiş muhalefetin ötesine geçerek o, bir birey olmanın bitmeyen sürecinin hayali etki alanlarının esas anlamını gündeme getirdi.
Cornell anayasacılık alanında yeni devrimsel paradigmaların tartışmaya açılmasına kararlılıkla katkı sağlamıştır ve başta Yapıbozum ve Adalet Olasılığı (1992), Sınır Felsefesi (1993), Hayali Etki Alanları (1995), Özgürlüğün Kalbinde (1998) ve Uzlaşmanın Ötesinde (1999) olmak üzere sayısız eserin yazarıdır.
O, 9/11 sonrasında, kadınların liderliğindeki bir sol doğrudan eylem grubu Geleceği Geri Al’ın kurucuları arasında bulunan, yaşamı boyunca (sendikalı ya da sendikasız) bir örgütleyicidir. Cornell ayrıca, Derrida’nın ahlâki düşünceye yönelişini yaptığı bilinen yer olan Cardozo Hukuk Fakültesi’nde beş yıl boyunca profesördü. Çok yakın geçmişte Güney Afrika’da Ubuntu projesine (bu kavramın köklü komünalizm içeriğinden ve statüsünden ilham alan bir siyasi inisiyatif) başladı ve kendisi Hukuku Düşünme: Drucilla Cornell Üzerine isimli derlenmiş bir kitabın konusu oldu.  Orada Heberle ve Playor, haklar, statü ve eşitlik gibi “geleneksel talepler”in onun elinde nasıl da radikalleştiğini belirtmişlerdir.
Cornell şu anda Rutgers’da ve bir sınıfı aydınlatabildiği her yerde ilgiyi “Kadınlar bireyler midir?” (mümkün) ve “Bir Marksist haklara inanmalı mıdır?”(evet) gibi sorulara yoğunlaştırarak ders veriyor.
DC: Bence kadın bedeni korkusu sorunu çok derinlere dayanır ve Uzlaşmanın Ötesinde’deki çalışmamın başından itibaren, Jacques Lacan’ın temel bir anlayışı olarak gördüğüm şeye, dişil cinsel ayrımın izdüşümünü son derece korkunç hale getiren, çok derinlerde yatan bir kadın bedeni fantezisi olduğuna –kadın bedeninin hayat ve ölüm verebilecek önemde olduğuna- değindim. Medya, tabii ki, kilo vermeye, gençliğe sonsuz bir ilgi ortaya çıkarıyor. Olan bu şey, pek çok açıdan, dişil bedenin güçlü imajlarını inkâr etme girişimidir. Değil mi? Ne kalça ne göğüs, bu yaşam ve ölüm verebilecek gücü gösteren hiçbir şey.
Lacan’ın anne bedeninde, yaşlanan vücutta gösterdiği, belli ki yaşamı alıp götüren güçtür. Bunu bütün Disney çizgi filmlerinde görürsünüz. Bunu kırk yaşın üzerinde canlandırılan her kadında görürsünüz. Bunlar sadece tek bir şeye dâhil edilebilen şeytani figürlerdir ki o da (genelde) görüntülenen henüz anne olmamış genç bir kadının yapıbozumudur.
Yani bir tarafta –elbette bir fantezi olduğu için- asla dile getirilmemiş, Kadın’ın bedeninin son derece korkunç olduğu fantezisi var. Demek istediğim, bu fikre hiçbir zaman bakmadık; bu ne anlama geliyor? Kadınlar bebekleri taşırlar, kadınlar bebekleri doğururlar, yaşama son verme gücüne sahipler! Bu his fantezi düzeyinde ağır basar. Bu şu gibidir; herhangi bir kadın herhangi bir zamanda bir erkeği, erkeğin ebeveynlikle arasındaki, hiçbir erkeğin üzerinde hak iddia edemeyeceği dolaylı ilişkiyi elinden alarak iğdiş edebilir.
Şimdi bunun siyasette sona erdiğini nasıl düşünürüm? Bence bu fantezi Birleşik Devletler’de oldukça yaygın. Bu, taklit edeceğimiz, aslında annelik öncesi sonsuz bir gençlik olan bütün kadın vizyonlarına sızar.
Sağ kanat bu fantezinin finalini oynar fakat bunu derin bir özlemle yapar. Bunu, hiç var olmamış ama 1950’lerin “Amerikan Rüyası”nın bir parçası olan, evlendiğin ve adamın seninle evli kaldığı, sana sadık kaldığı, “cinsel yozlaşma” diye bir şeyin olmadığı bir dünyaya derin bir özlemle oynarlar. Ve neden “cinsel yozlaşma” bu kadar ürkütücü? Belli ki erkekler cinsiyetlerinin imtiyazlarının tadını çıkardılar, ama kadınların vücutlarını kontrol edebilecekleri sürece, bu durumda kadınların alacağı bir intikam yoktu. Bu kurguda erkekler olarak tanımlananlar için, kürtaj ve doğum kontrolü onlara karşı yürütülecek intikam biçimleriydi.
Bu, şimdi gerçeklik seviyesinde herhangi bir anlam ifade etmiyor ama şu kurgu çerçevesinde anlam kazanacaktır: eğer bir kadın kendi bedenine sahip olursa, eğer bir kadın benim hayali etki alanı dediğim şey üzerinde hak iddia ederse, eğer bir kadın “benim bedenim benim hayal ettiğim bir şeydir, onunla ne istersem onu yaparım” derse o zaman erkekler aniden yaşam üreten güçten tamamen mahrum bırakılırlar.
Kadınlar neden bununla ilgilensin ki? Diyeceksiniz ki, elbette kadınlar kendi hayali etki alanlarını isteyeceklerdir.
Elbette muazzam bir cinsiyet ayrımcılığı dünyasında yaşıyoruz. Ezici bir cinsel ve cinsiyetsel ayrımcılık dünyasında yaşıyoruz. Yani kadınlar boşanmayı yasaklarlarsa ve planlı ebeveynliği yasaklarlarsa ve kürtajı yasaklarlarsa ne kazanacaklarını düşünüyorlar? Baba Hareketi ne diyordu? Kelimenin tam anlamıyla erkeklerin evliliğe kaydını yaptıracaklardı: evlilik bağından çocuk sahibi olmuş adamları arayıp bulacak ve o adamları evliliğe zorlayacak adamlar, milisler olacaktı. Ebeveynliğin militarizasyonu gerçekleşecekti!
Peki, kadınlar bununla ne kazanır? Kocan seni terk edemez algısını kazanırlar. Bu ülkede 2012’de kocanız sizi terk ederse ne olur biliyor musunuz? Geliriniz ortalama olarak önemli ölçüde düşer. Ah evet, olabilecek en üst düzeyde kazanmayı başarabilecek, bir boşanmadan sağ çıkabilecek birkaç zengin kadın var, ama kadınların büyük çoğunluğu bunu yapamaz. Ve, şimdi, sözde eşitlik: kadınlara ne getirdi? Eskiden velayet için mücadele etmek zorunda olmadığınızı bilirdiniz, şimdi çirkin velayet mücadelelerine sürükleniyorsunuz ve ne oluyor? Eski kocanız çalışmayıp evde kalacak bir 23’lükle evleniyor.
Bu, çok sevdiğim bir arkadaşımın başına geliyor. Şu anda bir velayet mücadelesinde çünkü kendisi çalışıyor ve kocası yeniden evlenmiş ve o kadın çalışmayacak. Peki, kim daha iyi bir eş ve anne olur? Çalışmayan. O zaman mantık şöyle işler: Biçimsel eşitliğin nasıl da kadınların hayatlarındaki her şeyi olduğundan çok daha kötü hale getirdiğini gördüğümüze göre haydi evliliğe zorla kaydı deneyelim. Hadi boşanmayı yasaklayalım! Kürtajı yasaklayalım! Hadi lavaboda bir genç tarafından sakso çekilen herkesin çükünü milislerin elinde kaybedivermesini sağlayalım. Ve daha sonra, söylenenlere bakılırsa, geri döneceğiz –öyle mi? –erkeklerin cinsiyet imtiyazlarını kadınlara karşı cinsel olarak kullanamayacakları yere.
İşte kimsenin konuşmak istemediği gerçek hikâye bu. Bu ülkedeki kadınların büyük çoğunluğu –hatta orta sınıf kadınlar bile-yalnız ve meteliksiz ölürler. Bu yüzden Tokyo belediye başkanı “Bunun çözümü ne? 60’ın üzerindeki kadınlar kendilerini öldürsünler!” diyor ve yeniden seçiliyor. O belediye başkanı, cinsel açıdan değersiz oldukları için, yaşlı oldukları ve artık çocuk doğuramayacakları için 60’ın üzerindeki tüm kadınların ölmüş olması gerektiğiyle ilgili bu çok faydalı tavsiyede bulunduktan sonra hala Tokyo belediye başkanı.
Şimdi, bunu göz önünde bulundurarak, biçimsel eşitlik feminizmindeki her şey onların hayatlarını cehenneme çeviriyorken, kadınların kendi çıkarları aleyhinde konuşuyor gibi görünmeleri şaşırtıcı mı? Ve hiç kimse bunun hakkında konuşmak istemiyor mu? Yani bunun ışığında, ben kadınları Çay Partisi hareketine götürüyorum. İnternet randevularını da istemiyorum. Diyet hapları tarafından yaylım ateşine tutulmak ve 62 yaşında olduğum ve her erkek bir 20’liği becermek isteyeceği için (Neden? Ölmekten korktuğu için. Bu kesinlikle doğru, Jacques Lacan’ın görüşü bu.) cinsel açıdan değersiz olduğumun söylenmesini istemiyorum.
Yani fantezi oldukça kuvvetli. Demek istediğim, cumhuriyetçileri John Kerry için ikna ettiğimde su haklarıyla ilgiliydim diye kendimi cumhuriyetçiyken buldum. Birçok kadının John Kerry’ye oy vermesini sağladım ama Hackensack-New Jersey’de dışarı her adım atışımda üç saat boyunca üç kez boşanmış, üç işte çalışan kadınlarla beraberdim. Bu ülkede bekâr bir anne için hayat nasıldır bilir misiniz? Berbattır! Ben bekâr bir anneyim, ne kadar berbat olduğunu ben bilirim. Yani giderdim ve hikâyeleri dinlerdim: Bilirsiniz erkekler yapmıştır bunu, terk etmişlerdir, boşanmışlardır, kadınlar üç işte çalışıyordur, çocuğunuzun banyoda birilerine sakso çekmesine engel olamazsınız. Yani birisi, lise çağındaki bir kızdan sakso isteyecek her erkeği hadım edecek gönüllü milislerimiz olduğunu söylediğinde, düşünürsün ki… evet, bu iyi bir fikir: çok daha az çük, çok daha az sakso, cinselliğe dair çok daha az Fordist dil; evet bana uyar.
Anlıyorum. Ve ne var biliyor musun, Sol’da hiç kimse hiçbir zaman böyle konuşmaz.  İnsanlarla konuşamıyor olmamızın sebebi bu.  Şöyle demek zorundayız: “Biliyor musun, 78 yaşındaki bir adamın bir 21’likle evlenebilmesi gerçekten harika, çünkü herkes istediği herkesi becerebilir, çocuklara gelince? Oğlancılık ya da her neyse? Ah, ELBETTE, dört yaşındaki biri seni tahrik edebilir.”
Bir sürü bok püsür! Ve bu Sol’un insanları sık sık baş başa bıraktığı neoliberal dil işte. Ve gey ve lezbiyenlerle ilişkilendirilen sözde yozlaşmanın bir parçası olan neoliberal dil bu. Bu geylerin ve lezbiyenlerin gerçek hayatlarıyla ilgili değil, bu fantezilerle ilgili. Ama özgürlük olarak neoliberal serbestliği savunduğu görünen bir tür queer teorisiyle de çok ilgili. Yani, bu şekilde, feministler bu birlikteliğe hitap edene kadar –Yankının Tesellisi başlıklı bir metin yazmıştım –ve gerçekten hitap etmeyi kastediyorum –yetersiz bir dille baş başa bırakıldık. Benim tanımladığım şekliyle, feminizmin ikinci dalgası, sözde özel hayat politikalarını hitap ediyor.
Kolektif yaşam şartlarına sahip olacağımızı söyleyerek yola çıktık, tekeşli evliliğe karşı olduğumuzu söyleyerek yola çıktık, çift olmanın cehenneme giden yol olduğunu söyleyerek yola çıktık. Ataerkilliğe saldırının yeterli olmadığını söyleyerek yola çıktık, müşterek yaşama ve çocuklarımızı yetiştirmenin tamamen farklı olan anlamlı yollarına ihtiyacımız var. Fakat pek çoğumuz bir felaket olan heteroseksüel evlilik karşılığında her şeyi bıraktı. Kadınların çoğunluğu için bu tam bir felakettir.
Son günlerde tekeşli evlilik üzerine fikrimin sorulmasının sebebi bu. Şey, tekeşli evlilik NEREDE? Çok nadiren görüyorum onu. Ben sadece orada burada yiyişip duran adamlar görüyorum, demek istediğim, tekeşlilik nerede? İnanıyorum ki sadece birkaç kadın, muhtemelen istemeyerek, tekeşliliği uygulamaya zorlanıyor. Bence feministler gerçekten bu fantezi ve bu nostaljinin arkasındaki duygusal güce değinirlerse ve tahribatından bahsederlerse, gerçekten bir etki yaratabiliriz. “Madem kadınlar eşitlik istiyorlar, onunla yaşamak zorundalar.” demeye devam ettiğimiz sürece neden bahsediyoruz? Sahiden? Kadınlar çalışıyorlar diye velayet için mücadele etmek zorundalar mı?
Biçimsel eşitlik feminizmi altında kadınlara olanlar korkunç. Bu, Özgürlüğün Kalbinde’yi yazma sebeplerimden biri, bilirsiniz bu kadınlar için özgürlük değil. Jacques Lacan fantezilerinde yaygın bir şekilde verilmiş olan bu çiftlenmiş heteroseksüalite içerisinde kadınlar için özgürlük bulabileceğinizi düşünmüyorum. Kadınlar için ilerlemenin tek yolu çok özgün kolektif yaşam düzenlemelerinden geçer. Peki, erkekler neden bunu istemiyor? Çünkü kadından (fanteziye geri dönüyoruz) korkuyorlar. Bilirsiniz, hani şu bütün erkekleri öldürüp, sadece altı tanesini bırakıp sonra sadece spermlerini aldığınız bilimkurgulardaki gibi, şey, kaç erkeğe ihtiyacınız var? Birkaç? Ve erkek çocuklar doğarsa onları da hemen aradan çıkarıverirsiniz değil mi? Spermlerinin hepsini alabilirsiniz ve kadınlar bebekler doğurmaya devam edip erkek olanların hepsini öldürebilirler, yani bilirsiniz, bu fanteziler çok derindir ve kadının kimsenin bahsetmek istemediği üretken gücüyle ilgilidirler.
Yani bence feministler özgürlük ve neoliberalizm ve serbestlik aynı şeymiş gibi davranmayı kesmeliler. Hiç rağbet görmeyecek bir duruş.
SL: Tekeşliliğe yapılmış yepyeni bir feminist eleştiri olduğunu seziyorum.
DC: Ya da düzmece tekeşlilik. New York Times’da bir çalışma var, ve 1500 kişi üzerindeki bu çalışmada evliliğin ilk on yılından sonra 1500 kişiden sadece iki erkek karılarını aldatmamışlar. Kadınların %30’u da aldatmışlar, artık kadınların sayısının da daha fazla olduğunu tahmin edersiniz.. Herkes aldatıyor ve yalan söylüyor. Bir tür sağcı ve muhafazakar kadının herkesin aldatıp yalan söylediği bir dünyada yaşamak istemediğini görebilirsiniz şimdi. Aslında ben de gerçekten herkesin aldattığı ve yalan söylediği bir dünyada yaşamak istemiyorum.
SL: Yani o zaman soru şu: nasıl bir dünya? Senin yaşamak istediğin dünyada Drucilla, aile nedir?
DC: Pekâlâ aslında bunu Özgürlüğün Kalbinde’de tanımlamaya çalıştım. Matha Feinmann’dan farklı olarak ben cinselliği evliliğin dışında tutmamız gerektiğini düşünmüyorum. Ama bilirsiniz, bu şahane evliliği Güney Afrika’dayken yaptım: beş Zulu bireyi ve birinin ruhu ele geçirilmişti, bu münasebetle o (she:kadın) bir erkekti. Dört kadın başka bir adamla evliydiler, birlikte dokuz çocukları ve beş kadar torunları vardı, biri de yoldaydı. Yani altı torunları vardı. Bahsi geçen evlilik 41-78 yaşlarındaki kadınlar arasındaydı. 78 yaşındaki 56 yaşındakinin seçilmiş karısıydı. Seçilmiş eş atalarınız tarafından sizin için seçilmiş olan eşti. O, torunların çoğuna sahip olandı. Diğer ikisi en dünyevi yolla âşık olmuşlardı: birinin ruhu bir erkek olarak ele geçirilmişti, 4 numaralı kadının seçilmiş kocasıydı. [2]
Pekâlâ, ben tüm bu insanlarla evlendim. Bu aile fikrini sevdim. Yani bilirsiniz pek çok çocuk var: dokuz tane, ama beş tane anneniz var ve beş anne, beş anne ve bir koca, baba demek. (yani ruhun ele geçirilmişliği sizi bir erkek yapıyor. Bu harika!) Yani bu durumda 78 yaşına geldiğinizde derme çatma bir huzur evine bırakılmayacaksınız, çünkü daha genç insanlar sizin bakımınızı üstlenecek ve siz onlara bilgeliğinizi sunacaksınız ve bu durumda zamanı geldiğinde bir sangomanız[3] olacağını ve atalarınızın tarafına alınacağınızı bileceksiniz.
Güney Afrika’da ölümler gördüm, o kişinin öldüğünü bile fark etmeden. Ben sadece su taşıyan kızdım, yani sadece su getiriyordum, ama 98 yaşında bir kadın eve geldi ve herkes oradaydı –odada 100 kadar insan vardı-  ve ben sangoma için su getirmeyi sürdürdüm, suyla her çeşit şeyi yapıyordu. Ve yaklaşık 15 dakika önce o kişi ölmüştü, şu şarkıyı söylüyordu sonra her şey sustu ve sangoma mırıldanmaya devam etti ve ben biraz daha su getirmek için dışarı çıkmıştım. Ve sonra sangoma onun atalarına kavuştuğunu söyledi. Bu sevgi, şefkat ortamında, bu korkudan uzak ortamda, yüzüne iğneler batırılmadan öldü. Sadece gitti.
Ve bu, “göçmek” deyiminin gerçekten anlamlı olduğunu fark ettiğim zamandı, bilirsiniz, 15 dakika önce şu şarkıyı söyledikten sonra bu hayattan göçüvermişti. Tüm bir şarkıyı söyledi, bilirsiniz “Tanrı Afrika’yı korusun”u, ve sonra gitti. Bundan sonra 3 günlük bir cenaze törenine geçersiniz, muazzam bir ziyafet ve bir sürü harika şey vardır. Güney Afrika’da geleneksel olarak evlilikler de üç gün sürer. Bütün aile büyüklerini toplamalı, bütün sürüyü kesmelisinizdir:  bu muazzam bir şey!  Yani, bilirsiniz, yaşlıların kimse onları istemediği için huzurevlerinde olduğu ve küçük çocukların gürültü yaptıkları için restoranlara alınmadığı buradaki küçük saçma hayatlarımızı düşünüyorum da, haksız mıyım? Özellikle 20 ve 45 yaşlar arasında, 10 dakika kadar süren bir afiyet dönemi olduğuna ve sonrasında o kadınların erkekleri öldürerek ortalıkta dolanan yaşlı cadılar olduğuna inandığımız bir tür fantezi dünyasında yaşıyoruz. Ve onlara bakınca çüklerimiz düşüveriyor: bütün Disney peri masallarında olan bu.
Bilirsiniz: tek bir bakış ve çük gider! Bu erkeklerin neden yaşlı kadınların etrafında olmak istemediklerini açıklıyor. Özgürlüğün Kalbinde’de ileri sürdüğüm ve şimdi görebildiğim şey: kolektif yaşam. Erkeklerin neden bunun bir parçası olamayacağını anlamıyorum. Bu yüzden ailenin anne ve biyolojik çocukları olduğunu söyleyenlerle aynı fikirde değilim. Bu bana saçma geliyor çünkü Güney Afrika’da ben bir eş-anneydim. Güney Afrika’da biyoloji aileleri bir araya getirmenizin tek yolu değildir. Elbette bir nokta da “Pekâlâ, müşterek menfaatler ve kaynakların paylaşımı için bu bizim ailemiz.” demek zorundasınız ama bu çok daha büyük bir yer kaplayabilirdi. Bu durumda, nesilleri bunun dışında tutmazsınız. Yani her ne kadar size tarif ettiğim bu evlilik sistemi nesilden nesile geçiyor olsa da sadece 78 yaşında olduğunuz için dışlandığınız ya da evlilikte mühim bir gayeniz olmadığının düşünüldüğü sistemdeki gibi değildir. Onlarda evliliğin ABD’de ifade ettiğinden çok daha girift bir mahremiyet kavramı vardı.
Foucault’nun varmak istediğini düşündüğüm şey bu. Biz sanıyoruz ki mahremiyet sadece sekstir, bu yüzden ABD’de en çok satan ilaç ne? Viagra. Ama mahremiyet nedir? Mahremiyet bundan çok daha fazlasıdır: ellerini tutmaktır, insanları atalara uğurlamaktır. Bebekler doğurtmaktır, bilirsiniz, kucaklamaktır. İnsanlarla fiziksel olarak iletişimde olmaktır. Ve bunların hiçbirisinin iki kuruşluk değeriniz olmasıyla bir ilgisi yok! Güzel yanı işte bu. AOL hesabımı sadece diyet hapları bombardımanına tutulmak için açmışım. “20 yaşında görünebilirsiniz.” 20 yaşında görünemem? Neden 20 yaşında görünmeliyim? Nasıl 20 yaşında görünebilirim, ben 62 yaşındayım! 20 yaşında olsaydım bile nasıl bu şeylerden bahsediyor olabilirdim? Ama e-mailimi açar açmaz yaşlanma nefreti bombardımanı altındayım.
SL: Şu aileyi sık sık anlatıyorsunuz, ve onları birbirine bağlayarak benzer evlilikler yaptırdınız. Hepsi ölene kadar bir arada olacaklar. Peki, içlerinden biri ayrılmak isterse, sizce ayrılır mı ve ayrılabilir mi?
DC: İlginçtir ki, “ayrılma ihtiyacı”nın akla bile gelmeyeceğini düşünüyorum. Gerekli görülmeyebilir. Ayrılmak ne demek cidden?
HC: Kişi önce ailenin dağılması kavramını kabul etmeli.
DC: Bilirsiniz, belki biri Johannesburg’da bir iş bulursa ve yılın bir bölümü Johannesburg’da yaşamak isterse bu gayet hoş karşılanırdı, çünkü dört başka kişi daha var. Bu cinselliğe bir tür imkânlar yaklaşımı. Neden ayrılmaları gereksin ki? İnsanlarla ayrılırız çünkü bir şekilde onlara bir şey olmaları hususunda bel bağlarız, bu tuhaf bir kaçık fantezisi. Dört yaşından beri tanıdığım bir arkadaşım var. Biz Annie’yle hiç “ayrılmadık”, bu başıma gelemezdi. Ve Annie ve ben birçok şey hususunda fikir ayrılığı yaşadık mı? Emin ol yaşadık. Sanırım şöyle bir bakışımız var: bir çift var, sonra bir çift yok ve bu durumda ayrılıyorsunuz. Seks partneriniz olmayan yakın arkadaşlar da dahil daha pek çok hayat arkadaşınız olduğunda, bir tür değişkenlikle tanışıyorsunuz.
SL:  Bir tür açık ufuk gibi mi?
DC: Bence insanlar eklenmeye ayrılmaktan daha yatkınlar.
SL: Peki bu durumda Batı’nın tekeşli “çift”inin siyasi içeriği nedir? New York’ta, bilinçli bir şekilde ya da birbiriyle bağlantılı bilinçli yöntemlerle farklı aileler kurmayı ya da farklı “kabileler” (Batı mamulü Yeni Çağ’ın şekillendirdiği mantıkla) şekillendirmeyi deneyen insanlar, nüfusu oluşturan tüm alt gruplardan insanlar var. Şu meşhur çok aşklı, tekeşli olmayan evliliklerden bahsediyorum. Bu insanların sonuçta daha sonra dağıla da bilecek bir şeyle ilgili sözleşme yapıyormuş gibi hissedip hissetmediklerini gerçekten merak ediyorum. Ailenin aslında yıkılabilecek bir şey olduğu görüşü yüzünden. Ve Cumhuriyetçiler yıkılmış aile ve dağılmış yuvanın sefaleti konusuna pek düşkünler.
 DC: Pekâlâ, çünkü bu ülkede aile yok, onda haklılar ve bu cephede ağırlıklı olarak acı çekenler kadınlar.  Yani, açıkça bu ülkede Sophie’nin bakış açısına bakımından kadının evlilikten çıkma hakkını ve boşanma hakkını savunmamız gerekir.
HC: Ama korumaya çalıştıkları aile bu durumda kurtulmaya çalıştıkları aile oluyor.
DC: Ben- hiçbir mahremiyetin olmadığı bir çeşit aşırı “sosyalist” çözüme karşı olarak- Hegel’den yanayım. İnsanlar hayatlarında mahremiyetin farklı seviyelerine ihtiyaç duyarlar ve biz bunlara sahip değiliz. Çay Partisi’nin bu kadar özgün olmasının sebebi bu, çünkü soyutlanmış yalnız bireylere tam bir sosyal ağ sağlıyorlar. Yani Hegel aileye ihtiyaç duyduğunuzu söylüyor ve bu durumda siz onun kurumlar, loncalar dediği şeylere ihtiyaç duyuyorsunuz. Gidip bireysel bir kişi olarak görülebileceğimiz farklı yerlere ihtiyacımız var. Bütünlükleriniz ve paylaşılan ilgileriniz ve bedenleriniz var. Bu bakımdan çok Hegelyenim. Tarif ettiğim ailede 100 kişi değil, beş kişi evlendiler. Sanırım dokuza ya da ona kadar çıkarabilirsiniz –bu durumda sınırınızı zorluyor olacaksınız çünkü bu durumda bir tür başka gruplanmaya giriyor olacaksınız. Ama Afrika’da akrabalık çok geniş, bu yüzden kolayca 100 akrabanız olabilir. Bekâr bir anne olduğumdan bahsettiğimde beni anlamıyorlardı bile, çünkü çoğu Afrikalı çocuk eş-annelere sahiptir ya da eş-anneler bulur. Bekâr annelik neredeyse karşılığı olmayan bir kavram.
HC: Bahsettiğiniz bu genişletilmiş ve daha değişken aile kavramı ABD gibi bir ülke için siyasi tehdittir, yanılıyor muyum?
DC: Evet, ama ilginç olan ne biliyor musunuz? Hiç kimse bundan bahsetmez. Tanınan tehdit bu değil. Bu tür bir bağlantıyla tanımladıkları tehdit cinsel yozlaşma. Ama aslında, cinsel yozlaşma sadece sözüm ona heteroseksüel monogamiyle ve onların haklı olarak neoliberal serbestlik olarak tanımladıkları fantezilerle ilgili. Çocukluğumda Glamour dergisi alırken, dergi pembe mi yoksa kırmızı mı ruj sürmek hakkındaydı. Şimdi gidin ve Glamour dergisi alın;  sadece “Sakso çekmenin 31 yolu” hakkında. Şey, sakso çekmenin 31 yolu olduğunu düşünmüyorum. (güler) Ama insanlara seks icracıları olmaları öğretiliyor. Ben kızlarına kendilerini değerlendirmenin tek yolu olarak seks icracıları olmalarının öğretilmesinden dehşete düşen kadınlardan biriyim. New Jersey’deki kadınlarla aynı derecede korkuyorum.
Hemen kolektif ve daha geniş aile çözümüne geçemeyiz. Onların yaşadıklarından geçmeliyiz, ki bu insanların mutluluk fırsatının tamamen yok olması anlamına gelir. Onları hoşnutsuz eden bu! Yani kim bir banliyö toplumunda yaşayıp televizyon karşısında oturarak 71 yaşında olmak ve başka hiçbir insan oğlunu görmemek ister ki? Ve bu durumda Çay Parti-ci’lere ilgi duyuyorsunuz. Neden? Çünkü haftanın her gecesi bir etkinliğiniz olacak. İnternet buluşmalarına başvurmak zorunda kalmayacaksınız. Çünkü onlar buluşmaları eski moda yollarla ayarlıyorlar. Jim Virginia’yı Susan’la tanışmaya davet ediyor. Bilirsiniz. Eski moda. Pekâlâ, ben de internet buluşmalarından nefret ediyorum.  Tüm bu insanların nereden çıktığını anlayabiliyorum. Ve tabii ki 40 yaşından sonra kadınlar ve internet buluşmaları zaten hemen hemen ölü kısmettir, çünkü kimse yaşlı biriyle çıkmak istemez, kendisi de yaşlı olsa bile. Dolayısıyla feminist Sol gidip “Anlıyoruz” demeli. Bu özlem hiç var olmamış bir şey. Çözüm bu değil. Ve insanlar bunu anlamakta size katılana dek, siz sadece kötü Hegelyen terimlerle konuşuyor ve ders anlatıyor olacaksınız.
HC: Bu aynı zamanda toplumun iflasına ve ailenin daha geniş kavramının iflasına bir tepki de.
SL: Bahsettiğiniz bu sıkıntıyı dile getirmesi için Sol’a yaptırım uygulanamamasının bir parçası olarak queer teorisine ve trans meselelerine anlaşılmaz bir tepki meydana geldi.
DC: Michel Foucault’nun bahsettiği buydu. Adorno’nun ve Marcuse’nin bahsettiği de. Bu cinsel serbestlik –herkesin etrafta ‘AH! HADİ YİYİŞMEKTEN BAHSEDELİM!’ diye gezinmesi-özgürlükçü değildir. Bu sadece en yeni kapitalist pazara tamamen teslim olmaktır. Bunun söylenmesi gerekiyor! Cinsellik vahşice sömürülüyor ve bu yüzden mahremiyet üzerine düşünmenin, mahremiyetin her yönünün metalara indirgenmesini reddedecek başka bir yolu olmalı.
SL: Peki ya cinsellikten bağımsız olarak cinsiyetin kendisi? ‘kadın’ olarak tanımlanma çerçevesindeki sorunlar?
 DC: Mesleğinde başarılı olmuş pek çok kadın “Hayatım cinsiyetim tarafından belirlenmedi.” demek ister. Ve ben TÜM HAYATIMIN cinsiyet tarafından belirlendiğini söylemeliyim. Bu, kimlik, kişilik ve konum arasındaki farkın köküne iner. Ben bu toplumda yaşlanan beyaz bir kadın olarak konumlandırıldım ve yapabileceğim hiçbir şey beni bu konumdan çıkarmayacak. Ve profesörlük hayatıma bakacak olursanız, ben bir pozitif ayrımcılık atamasıydım, bir kadın olarak işe alındım ve şüphesiz bir kadın olarak işten çıkarıldım, sıra dışı bir kadın olarak, ama bir kadın olarak.
Hayatımı öncelikli olarak bir kadın olmak aracılığıyla tanımlamıyorum fakat hayatımın tüm alanlarında ‘kadın’ kimliği bana yansıtıldı, çünkü beni bir kadın olarak gördüler. Bu sadece sizin kendiniz nasıl tanımladığınızla ilgili değil ve Judith Butler’la –en azından onu okumalarımda- uyuşmazlığım bu; kimliğe, kişiliğe ve konuma sahip olmak zorundayız. Ve konumlarımız, kendini gerçekleştiren sembolik bir düzende yaşadığımızdan, o kadar değişken değiller. (olabilirlerdi ama değiller) Kolektif akımlara ihtiyacınız olmasının sebebi bu. Bireysel bir çözüm yok, kolektif olmak zorunda.
HC: Ailevi dağılmaların romantikleştirilmesi söz konusu gibi görünüyor. Hegel’de, Ruhun Fenomenolojisi’ndeki görüş, sadece aileyi terk ettiğinizde, ailenin yok olması meydana geldiğinde bir birey olarak kimlik kazabileceğinizdir. Sittlichkeit –ya da daha doğrusu ilahi yasa- siyasi düzeni tehdit eden anlayışı gündeme getirir. Yozlaşmanın kendisinin böyle fetişleştirilmesiyle, ailedeki herhangi bir kopmanın kendisi, bir birey olarak, siyasi düzende bir şey –bir toplum- olarak tanımlanma özgürlüğü haline geliyor. Aile kavramının bu dar yelpazeye sıkıştırılması, rekabet yoluyla kazanılan kahraman inzivası fantezisini dayatmaya hizmet eden bir şeymiş gibi görünüyor.
Bu “bencillik erdemi” iflasından çıkmanın tek yolu, Çay Partisi’nin ön ayak olduğu sözde Hıristiyan aile fikrinin yardımına, tehdit edilen geleneksel değerlerimiz olduğu için ve toplumu kurtarmanın yolu bu olduğu için geleneksel değerlerimize geri dönebileceğimizi bildiğiniz yere başvurmalıyız. 
DC: “fantezi”yi, tahribatın sarsıcı ve derin tecrübesini inceleyen ve katı ekonomik gerçeklikleri göz önünde bulunduran bir feminist tepki olması gerekliliğinin sebebi de bu. Ve sonra denir ki: Bizim için ilerlemenin tek yolu ailevi mahremiyetin başka bir formunu göz önüne almak. Denilebilir ki; ‘haklısın’ bile değil, ‘anlıyorum, bunu ben de hissediyorum’ denmeli. Eğer birinci ve ikinci adımları geçebilirseniz üçüncü adıma ulaşabilirsiniz. “Anlıyorum” demelisiniz.
HC: Bu tepkimede kesin bir gerçek var.
DC: Derin bir gerçek.
SL: İçinde bulunduğumuz durumla ilgili çocuklar açısından berbat bir şey var, değil mi? Bayağı bir pseudo-solcu ‘çocuklu insanlardan iğrenme’ tavrı var. Ellerinde oyuncak tavşanlar olan burjuva anneleri tarafından istila edilmiş muhitler akla getirilirse belki zaman zaman tamamen yersiz de değil… Fakat diğer taraftan, TV’de Cumhuriyetçi Ulusal Kongre’yi izliyordum ve sahnede tavandan düşen balonların peşinde cirit atan on yedi kadar Mormon çocuk vardı. Sorumlu hanımların hepsi o küçük oğlanlara göz kulak oluyorlardı ve saire ve saire. Ve bu burada herkesin birbirine göz kulak olduğu yanılsaması. Ve bu bir yalan, ya da yalan olmasa bile sadece Romneylerin milyonerlere dönüşmesiyle uyuştuğu için bu şekilde yansıtılabilir.
DC: Mitt Romney’nin bir Mormon olması durumunun cazibesi bir Mormon’un, Mormonların, insanların birbirlerine destek olduğu daha sıkı kenetlenmiş bir toplumun temsilcisi olmaları durumunun doğruluğu ve belki de doğru olmayışıyla dikkate şayan şekilde ilgili olmasıdır. –Aslında bu Romney’nin cazibesinin bir parçası. Bir tür yozlaşmış çapkınlığa karşı çıkıyormuş gibi görünüyor. Eğer Sol ilerlerse, bu meselelere değinemeyeceksiniz. Bu meselelere “yanlış bilinç” diyemeyeceksiniz.
SL: Çocukların sorumluluğunu kimin üstleneceği meselesiyle ilgili: kişi nasıl biyolojik olarak kendisinin olmayan ya da resmi olarak “akrabası” olmayan bir çocuğun sorumluluğunu üstlenebilir?
DC: Hemen söyleyeyim: Katmanlar. Evlat edindiğim bir kızım var, benim biyolojik çocuğum değil. Ve bana kalsaydı evlat edinmenin önünü açardım ve insanların daha masrafsızca evlat edinebilmelerini sağlardım. Ve bu ülkede tam bir felaket olan koruyucu aile sistemini ortadan kaldırırdık. İkincil olarak diyebilirim ki gelecek nesilden hepimiz sorumluyuz. Queer teorisindeki bir şey dışında; kuşaksal her düşüncenin heteronormatif, doğurgan ve saire olduğu. Üçüncüsü, –Güney Afrikalıların ubuntu[4] dediği şey yoluyla– bir toplum olarak yaşlı ya da genç her bir insanın hayatta kalma ve yaşam imkânına karşı bir mesuliyetimiz var. Yani bu şekilde, vergilerimi ödeme ve mükemmel bir kamu okul sistemi olup olmadığına dikkat etme sorumluluğumun, inşa etmeye çalıştığım, doğan her insanın edinebileceği maksimum kapasite özgürlüğe sahip olduğu dünyayla yakından ilgisi var.
SL: Birleşik devletlerde bir çocuğun velayetine hukuken sadece iki kişi sahip olabiliyor: sadece iki ebeveyn tasavvur edebiliyoruz.
DC: Biyolojik annenin velayeti bırakmak zorunda olmadığını belirttim. Güney Afrika’da resmi olmayan her tür düzenleme var. Bir kızın eş annesiyim ki bunu ciddiye alıyorum. İkinci bir kızım daha var, onunla ilgili evrakım yok fakat ben kendimi onun eğitiminden sorumlu görüyorum. Yani Güney Afrika’da ve genel olarak Afrika’da, ‘bekâr anne’ lafını anlamamalarının sebebi bu, çünkü teyzeleriniz ve amcalarınız yok, ‘ikinci anneleriniz’ ve ‘ikinci babalarınız’, ‘dördüncü anneleriniz’ ve saire var. ABD’de bu karşılıklı bağlılığın ortadan kaldırılması tam bir felaket. Bu yüzden kamusal eğitimi savunuyorum. Neden bir başkasının çocuklarından sorumlu olasınız ki? Çünkü doğamız gereği birbirimize bağlıyız.
Mahremiyeti reddetmiyorum. Lenin de mahremiyeti reddetmiyordu, ama sık sık bununla suçlanır. Hiçbir mahrem alanın bulunmadığı evler şeklinde kolektifleşme taraftarı değilim. Onları katmanlandırma taraftarıyım ve giriftlik taraftarıyım ve hiç kimsenin yalnız yaşamaması taraftarıyım. Yaşlı bakımının meslek haline dönüşmesine karşıyım. Bir bakıcıya ihtiyacınız varsa bakıcıya ihtiyacınız vardır. Ama sadece zenginler bir bakıcıya para yetirebilir.
Nesiller arası beraber yaşamayı her yönüyle yeniden düşünmemiz, farklı bir şekilde düşünmemiz gerekli. Ve kapitalizm doğrudan sömürülebilir olmayanlarla ilgilenmez. Bu yüzden her çocuğu iyi bir eğitimle yetiştirmek zorunda değilizdir. Bu yüzden kadınlara artık üretken olmadıklarını için gidip bir köprüden atlamalarını tavsiye edebiliriz. Vazgeçilebilir gördüğümüz muazzam sayıda insan var. Belki de, milyarlarca insanın asla üretken olamayacakları için açlıktan ölmelerine izin vermeliyiz diye fikirlerimiz var. Kapitalizm insanlara sömürülebilecekleri şeye, dönemlerine göre bakar. Ve bunların tümü söylenebilir ama keşke insanlarla konuşsak. İnsanlarla konuşmuyoruz! Görüşmüyoruz! İçi boş beylik laflarla geliyoruz. “Birleşik devletler” soyut bir terim. “Eyaletlerin hakları”nın daha küçük toplumların parçası olan insanların parçası olması gerekiyordu. Amerikalı olmak diye bir şey yok, bu bir coğrafi konum. İnsanlar bunu anlayabilirler. Ama sadece onları yanınıza çekebilirseniz.
Ben bir sendika örgütleyicisiyken, öğrendim ki “egemenlik savaşları”ndan bahsederek ortalıkta dolanırsanız bir kurbağa bile ürkütemezsiniz! İnsanların neden bu kadar korktuğu hakkında konuşmalısınız! Korkuyorum! Biliyorsunuz beş yıl önce olmam gereken bir fibroit tümör ameliyatı vardı, bekâr bir anne olduğum için bu ameliyatı olamadım. Yıllar ve yıllar sonra bu ameliyatı olmak zorunda kalacağımı biliyordum. Ama olamadım çünkü işten vakit ayırmamın imkânı yoktu. Benimle ilgilenecek kimse yoktu. Ve bunu nispeten seçkin bir kadın olarak söylüyorum! Ama aslında bu ameliyatı o fibroitlerin daha küçük olduğu yıllar öncesinde olmam gerekiyordu. Ama olamadım, böyle bir ameliyatı olmayı seçme şansım olduğunu hissetmedim. Ve o zaman tam zamanlı bir profesördüm. Ve düşünebilirdiniz ki “eğer biri böyle bir ameliyat olacaksa bu Drucilla Cornell gibi biri olurdu”… Ama hayır! Çünkü biliyordum ki ben orada yatacaktım ve benimle ilgilenecek kimse olmayacaktı.
HC: Kimse yoktu.
DC: Bu berbat. Pek çok kadının yaşadığı durum bu. Dünyadaki en yüksek göğüs kanseri oranlarına sahibiz. Bu sadece beslenme düzeninden ötürü değil, bunu sebebi kadınların mamaografiye para yetiremeyecek olması, ya da mamografi imkânına erişebilirlerse ameliyata güç yetirememeleri ve işten zaman ayıramamaları. Yani bu ülkede kadınlar başka yolları olmadığı için kendilerini ölüme terk ediyorlar. Ve bunlar, yokmuş gibi davrandığımız acımasız gerçekler!
SL: Bugün bile ne kadar çok genç insanın evleniyor olması tuhaf değil mi? Bir şeyleri farklı düşünmekte neden hayal gücünden bu kadar yoksunuz?
DC: Paniğe kapılmış vaziyetteler. Benim kuşağımda feminizm gerçekten farklı yaşayacağımıza inanmıştı. Ve Yankı Tesellisi’nde yazdığım buydu. Bireysellik saptamasına dair kimsenin kimsenin yanında olmayacağı anlamına gelen bir kesinliğin olduğu, insanların tecrübe ettiği yahut katıldığı hiçbir kolektif yaşam formunun olmadığı bir dünyada insanlar güvenlikleri sandıkları şeyin içine düşerler. Ve sonra girdaba çekilirsiniz (bu Özgürlüğün Kalbinde’de söylediğim bir şeydi) çünkü çılgınca ütopik geliyor olsa da gidilecek tek gerçekçi yol bu. Eğer birlikte yaşayan kolektif ailelerimiz olmazsa… Yani, neden her birimiz çanağıyla çömleğiyle kendi bireysel mutfaklarımıza sahip olmak zorunda olalım ki? Bu bildiğin israf!
SL: Bir arada yaşayan evli olmayan yetişkinlere karşı caydırıcı yasal düzenlemeler var.
DC: Caydırıcı önlemler var ama eğer düşünürseniz çok tasarruf edebilirsiniz. Kendi pişirme gereçleriniz olmak zorunda olmazsanız zaten çok para tasarruf ettiniz. Beş insan bir çamaşır makinesi alırsa zaten çok para tasarruf ettiniz.
HC: Bu kapitalizm için büyük tehdit.
DC: Kolektif yaşam ekonomik olarak çok daha verimlidir. Kimse bunu düşünmez. Çünkü korkuyoruz. Sol da korkuyor sağ da korkuyor. Sağ görüşlü biri olarak ben de korkuyorum. Geçen gece Japon çevirmenlerimden ikisiyle konuşuyordum. Hepimiz bir konuda anlaştık ve daha sonra konuşmanın ne kadar üzücü olduğunu düşündüm: üçümüz, kolektif yaşam şartları bulamazsak kimseyi rahatsız etmeyelim diye hayatlarımızı nasıl intiharla noktalamak zorunda kalacağımız hakkında konuşmuştuk.
SL: Büyükannem de bunu söylemişti.
DC: Annem ölme hakkını kullandı. Herkesin sizinle ilgileneceği, 91 yaşınızda çıkmayı başaramadığınız küvette uzanıyor olmak istemediğinize karar verebileceğiniz bir altyapımız yok. Bu yüzden belli bir noktada “Ben gidiyorum.” diyorsunuz. Eğer sol inkâr içinde olmayı bıraksaydı ve eğer feminizm de inkâr içinde olmayı bıraksaydı bu meselelerle birlikte yüzleşebilirdik. Gizli umudunuz, acziyetlerden evlilik, zenginlik yoluyla kurtulabileceğiniz. Herkesin kurtulabileceğini sanırdınız… Ben acziyetlerimden kurtulamıyorum! Acziyetten kurtulabilmenin tek yolu kolektif destek. Ve bunun söylenmesi gerek. Ve alternatifimiz bu. Kadınlar için her şeyi daha berbat hale getiren biçimsel eşitlik feminizmi değil.




[1] James Oppenheim tarafından 1912’de yazılmasından bir ay sonra Lawrence’de başlayan tekstil işçileri grevine adını veren şiir. “iş ve ekmek istiyoruz/ ama gül de istiyoruz” (Metin Demirtaş). “Ekmek” tekstil işçilerinin emeklerinin karşılığı ücretleri, “gül” de insanî çalışma koşullarını simgeliyordu. Aynı slogan daha sonra 1917’de Rusya’da Şubat Devrimi’nde greve giden işçi kadınlar tarafından da kullanılmıştır.

[2] Drucilla Cornell Ubuntu Projesi kapsamında 2007’den 2010’a kadar Güney Afrika’da kaldı. Burada gerçekleştirdiğinden söz ettiği evlilik muhtemelen sembolik ya da evlilik bir tür bağlılık sözü olarak kullanılıyor. Ruhu erkek olarak ele geçirilen kadınsa psikolojik bir vaka olmalı. Çünkü Zulu kültüründe erkeklerin çokeşliliği normal karşılanırken kadınların çok eşli olmasına izin verilmiyor. Ve evliliklerde heteronormatif cinsiyet rolleri izleniyor. Zululardaki ilk eşcinsel evliliğin (geleneksel Zulu töreniyle) henüz gerçekleşmiş  (Nisan 2013) olduğunu da göz önünde bulundurursak bahsi geçen evliliğin bizim bildiğimiz anlamıyla bir evlilik olmadığını anlayabiliriz. Bununla birlikte eşcinsel evlilik Güney Afrika’da 2006’dan beri yasaldır. (ç.n)

[3] Sangoma, Afrikalı büyücü doktorları niteleyen Zulu terimi.

[4] Ubuntu (ya da Umuntu), insanların birbirleriyle olan ilişkilerini düzenleyen Güney Afrika etik felsefesi. Özetle insan olmanın bireysellikten çok birliktelikle ilgili olduğunu söyler.

8 Ekim 2012 Pazartesi

MÜREKKEP - CEMAL ŞAKAR



                                                                               ''Keşke bu son olsaydı ey sevgili okur!''

''Öykü'' pek çok dilde ''tarih'' kelimesiyle benzer sesletimi olan bir kelime. Bizde öyle olmayışı öykü ve tarihi birbirinden uzak kılmıyor elbette. Cemal Şakar da Mürekkep'te en çok, tanık olduğu tarihten bahsetmiş, olanları dert edinmiş, kaydetmiş, kin tutmuş.

Mürekkep'in kapağını Murat Acar tasarlamış ve oldukça başarılı. -Normalde kitapların künyesini okumam. Ama kapağın, kitabın içeriğiyle bu kadar bağ kurabilmesi tasarımcıyı merak ettirdi.- Öyküleri okudukça kapaktaki bulanık yüzler netleşiyor, o kubbeyi hatırlıyorsunuz. Kubbenin üzerine dökülen harfler anlamlanıyor.

Kitabın ilk öyküsü ''Kılıç'' karanlıkla başlıyor. Zaten o karanlık olmasaydı bu öykülerin pek çoğu yazılmamış olurdu. Cemal Şakar zulmeti zulümden ayırmıyor. Çünkü nerede bir gerçeği örten varsa orada bir zulüm var. Sayfaları çevirdikçe karanlık daha da artıyor. ''Selahaddin'' gelmiyor, zulmet rengini ve biçimini değiştire değiştire her yere iniyor: Kudüs'e, Şam'a, Bağdat'a, Arakan'a... evlerimizin içine.

Bir beyaz ekran oluyor mesela, haberleri sunuyor. Ülkemizde olanları (ölenleri) bombaların düştüğü yerden değil, bombacı pilotun kabininden izletiyor; iç içe geçmiş ekranlar, savaş uçakları... Uzaklarda bir yerlere bombalar düşüyor. Biz ölenleri görmüyoruz. Bizi katil kılıyorlar, kimi öldürdüğümüzü bilmiyoruz. Dış haberlerdeyse bizi cinayete ortak etmiyorlarsa da yaşananların (ölümlerin) tamamen dışında bırakıyorlar. Spiker ölü ve yaralı sayılarını söylerken fonda rakamlar patlıyor, parçalanıyor, bazı rakamlar çığlık atıor, sakallı rakamlar tekbir getiriyor. Zulmü devam ettiren zulmet bu karartma değil mi?

Mürekkep, sizi ekranın karşısından alıp içine sokmuyor aslında. Ölenlerin yanına değil, kalanların yanına bırakıyor. Bir koğuş yangınında ölen bir mahkumun da baba olduğunu haberler bize söylemiyor çünkü. Kaza tutanaklarıyla, tarih kitaplarıyla, kamera açılarıyla, hatta vatan sevgisiyle hakikati örtüp zulmedenler değil, bazen ölenler de değil, rakamsal değerleri olmadığı için haber metinlerine girmeyenler anlatıyor kitapta. Cemal Şakar onlara sayılarla değil, kelimelerle ulaşıyor.

Bence kitabın ahsen-ül kasası ise kıpkısa bir öykü:''Battaniye''. Öykünün ilk iki cümlesi bile yeterdi bu kitabın en güzeli olmasına. Kasyun Dağı'ndan Şam'a bakmak bugüne dek işlenmiş tüm cinayetleri anlayabilmek gibi.

Bazı öykülerse hayat-memat meselesi değil, hayat gailesi. Bunlar da ''Dünyada en küçük bir şey yoktur ki güzel yazılmak şartıyla önemli bir konu sayılmasın'' sözünü doğrular nitelikte.

Kitabın bana düşündürdükleri bunlar. Kan elbette mürekkepten daha ağır: İnşallah bir son olur ey sevgili yazar.

2 Ekim 2012 Salı

Aleksey Maksimoviç Peşkov



Birgün Eskişehir otogardan bir taksiye binmiştim. ‘Bağlar’ dedim biner binmez, yol alıyoruz. Pek yol iz bilmem bu yüzden taksicilerin beni sevdiğini düşünürüm, ben de onları severim, taksiciler muhabbeti hoş insanlardır. Ama bu sefer kimse konuşmadı ben de taksideki şeyleri incelemeye başladım: taksimetreye bakarak fakir görünmek istemediğimden ön koltuk kılıflarının lastiklerini filan inceliyordum arkada. Sonra gözüm iç dikiz aynasından sarkan ıncık gıncığa takıldı. Baktım orda bir şey yazıyor. Dua filan asılı olur genelde aynada ama bu beyaz fona kırmızı Latin harflerle yazılıydı.Üzerinize afiyet bende biraz miyop var. Gözlerimi iyice kıstım okumaya başladım: ‘Beyaz gülün bile gölgesi siyahtır.’ Benim okumamla taksici abinin sonunda okuduğuma hükmedip ‘dayına bile güvenmicen’ demesi bir oldu. ‘Maksim Gorki’ deyip gülümsedim saçma saçma. ‘Tamam abla taksi durağının orada indireyim’ dedi. Daha Bağlar’a girmemiştik bile ama indim. Neden indiysem? Diyemedim ‘abi taksi durağı demedim, Maksim Gorki dedim’ diye. Sonra başka taksiye bindim. Bu da böyle bir anımdır.

25 Eylül 2012 Salı

BAŞÖRTÜSÜ YASASININ ARKASINDA KORKU VAR - Alain Badiou

-Fransa'da okullarda başörtüsünün yasaklanmasının ardından Alain Badiou'nun yazdığı yazı-

BAŞÖRTÜSÜ YASASININ ARKASINDA KORKU VAR
1. Birkaç sempatik cumhuriyetçi kadın ve adam bir süre önce, kız öğrencilerin başörtüsü takmasını yasaklayacak bir yasa tasarısı hazırlanması gerektiğini öne sürdü. Önce okullarda yasaklansın. Sonra başka yerlerde ve mümkünse her yerde.  Biri ‘yasa’ mı dedi? Yasa! Cumhurbaşkanı bir politikacı olarak yenilmez olduğu kadar sınırlı da.  Seçmenlerin -sempatik cumhuriyetçi kadın ve erkekler tarafından toplanan büyük çoğunluğu gibi- sosyalistlerin tümünü de kapsayan, %82’si tarafından totaliter bir şekilde seçilen Chirac onay verdi: bir yasa, evet, bahsi geçen başörtüsüyle saçlarını örten birkaç bin genç kızın aleyhinde bir yasa. Şu saçsız, uyuz şeyler! Müslümanlar, daha neler! İşte, Sedan’da teslim olunması gibi, Petain gibi,  Cezayir savaşı gibi, Mitterand’ın ihanetleri ve çalışma izni olmayan işiçilere karşı çıkarılan rezil yasalar gibi,bir kez daha Fransa dünyayı hayrete düşürdü. Onca trajediden sonra, maskaralık.
2. Aslında Fransa sonunda mesele demeye değecek bir mesele buldu: birkaç kızın başına doladığı eşarp. Bu ülkede çöküşün durdurulduğu söylenebilir artık. Le Pen tarafından uzun zaman önce adı konulan ve bugünlerde bir yığın su götürmez aydın tarafından onaylanan Müslüman istilası muhatabını buldu. Poitiers çarpışması çocuk oyuncağıydı, Charles Marter sadece bir paralı askerdi. Ama Chirac, sosyalistler ve islamofobyadan muzdarip Aydınlanma Çağı entelektüelleri başörtüsü savaşını kazanacak. Poiters’den başörtüsüne, sonuç doğru ve ilerleme kayda değer.
3. Görkemli nedenler alışılmadık tarzda argümanlar gerektirir. Örneğin: Başörtüsü yasaklanmalıdır, o, genç kızlar veya kadınlar üzerindeki erkek egemenliğinin (baba ve ağabey) bir emaresidir. Bu yüzden inatla başörtüsü takan kadınları defetmeliyiz. Şöyle açıklayalım: bu kızlar ve kadınlar baskı altında. Bu yüzden onları cezalandırmalıyız. Bu, aşağı yukarı şunu demek gibi: ‘‘Bu kadın tecavüze uğradı, onu hapse atın.’’ Başörtüsü öyle önemli ki yenilenmiş aksiyomlarıyla bir mantık sistemini hak ediyor.
4.  Ya da, tam tersi: başörtüsünü kendi özgür iradeleriyle takanlar onlar, şu asiler, şu veletler! Bu yüzden cezalandırılmalılar. Dur bir dakika: nihayetinde bunun erkek baskısının bir sembolü olmadığını mı söylüyorsun yani? Babanın ve ağabeyin bununla bir ilgisi yok mu? O zaman başörtüsünü yasaklamak da nereden çıktı? Başörtüsüyle ilgili sorun bariz bir biçimde dini. O veletler inançlarını açık ediyorlar. Hey sen! Git tek ayak üzerinde bekle!
5. Baba ve ağabey baskısı ile de olsa, feministçe de olsa başörtüsü yırtılmalı. Ya da inancının arkasında duran, kızın kendisi mi? O zaman da ‘‘laikçe’’ yırtılmalı. Baçı açık! Her yerde! Söylendiği gibi –gayrimüslimlerin bile söylediği gibi- herkes ‘‘baçı açık’’ dışarı çıkmalı.
6. Başörtülü kızın babasının ve ağabeyinin aslında sadece ebeveyn olarak muhatabınız olmadığını iyice anlayın. Genellikle ima edilir, bazen ilan edilir: Baba ahmak bir işçidir, ‘‘ülkenin dışından’’ bir kaybeden, Renault’ta montaj bandında çalışır. Modası geçmiş bir adamdır ama salaktır. Ağabey esrar kullanır. Modern biridir ama yozlaşmıştır. Tekinsiz varoşlar. Tehlikeli sınıflar.
7. Müslümanların dini diğer dinlerin üzerine koyu bir gölge düşürmüştür: Fransa’da İslam fakirlerin dinidir.
8. Kafanızda bir ortaokul müdürü canlandırın, birkaç santimetre arkasında ellerinde makaslar ve hukuk kitaplarıyla silahlanmış bir müfettiş mangası:  okul girişinde duracaklar ve başörtülerin, kippaların ve şapkaların ‘‘inanç simgesi’’ olup olmadığını kontrol edecekler. O başörtüsü topuzun üzerine tünemiş bir posta pulu büyüklüğünde mi? O kippa 2 avroluk madeni para kadar mı? Şüpheli, çok şüpheli. Küçük bir şey büyük bir şeyin göze çarpan kısmı olabilir. Bir dakika, ne gördüm ben? Dikkatli olun! Bu bir silindir şapka! Pekala şimdi! Bir keresinde silindir şapkalar hakkında bir soru sorulduğunda Mallarme açıkça söylemişti: ‘‘Böyle bir şeyi takan asla çıkaramaz. Dünyanın sonu gelebilir ama şapkanın değil.’’ Sonsuzluk simgesi!
9. Laiklik. Paslanmaz bir ilke! Otuz ya da kırk yıl önce liseler kız ve erkek öğrencilerin aynı sınıfta okutulmasını yasaklanmıştı. Kızların pantolon giymesi yasaktı. İlmihal ve vaaz zorunlu derslerdi.  Pazubentli adamları ve tül peçeler arkasındaki sevimli hanımlarıyla cemaat ciddiydi. Eşarp değil, gerçek peçe. Ve siz benim başörtüsünü bir suç olarak ele almamı mı istiyorsunuz? Hani şu geri kalmanın, huzursuzluğun, bir geçici kenetlenmenin sembolünü? Dün ile bugünü memnuniyetle harmanlayan o genç hanımlar dışlanmalı mı gerçekten? Devam edin, kapitalizm çarkını çevirin. Gelenlere ve gidenlere, pişman olanlara ya da uzaklardan yeni işçi girişlerine bakmaksızın, kapitalizm, şişman tüketim tanrısını dinlerin ölü tanrıları yerine geçirmenin bir yolunu bulacaktır.
10. Lafı açılmışken, ticaret de bir kitle dini değil mi? Kıyaslandığında Müslümanların sofu bir azınlık gibi göründüğü? Bu onur kırıcı dinin inanç simgeleri de pantolonların, spor ayakkabıların, tişörtlerin üzerinde okuduklarımız değil mi: Nike, Chevignon, Lacoste… Okullarda, birer moda kurbanı olmak tanrının sadık hizmetkarı olmaktan daha bayağı değil mi henüz? Ben hedefi on ikiden vuracak olsam –daha yükseği hedefleyerek- derdim ki herkes neyin gerekli olduğunu biliyor: Markalara karşı bir yasa. İşe koyul Chirac, ödün vermeden Kapital’in dini simgelerini hiç taviz vermeden yasaklayalım.
11. Benim için bir şeyi açıklığa kavuşturun lütfen. Farklı alanlarda ve farklı zamanlarda vücudunun neresinin gösterip neresinin gösterilemeyeceği hakkındaki cumhuriyetçi ve feminist mantığı tam olarak ne belirliyor? Anladığım kadarıyla, bugünlerde hala ve sadece okullarda değil, ne meme uçları gösterilebiliyor, ne kasık kılları, ne de erkeklik organı. Bu bölümler ‘‘başkalarının nazarından gizleniyor’’ diye kızmalı mıyım? Kocalardan, sevgililerden ve ağabeylerden şüphelenmeli miyim? Sizin kendi ülkenizin kırsal kesimlerinde –ve bugüne kadar hala diğer yerlerde olduğu gibi Sicilya’da- dul kadınlar siyah eşarplar örter, siyah çoraplar ve şallar giyerdi. Bunu yapmak için Müslüman bir teröristin dul kalmış eşi olmak zorunda değilsiniz.
12. Bunca feminist kadın tarafından başörtüsü örten birkaç kıza beslenen kin tuhaf. Kötü başkan Chirac’tan, %82’lik Sovyet’ten, başörtülülere kanun namına baskı yapmasını istediler. Ama bu sırada metalaşmış kadın vücudu her yerde. En aşağılayıcı pornografi dünya çapında satılıyor. Allah’ın her günü bedenin cinsel teşhiri üzerine tavsiyeler gençlik dergilerinde yer israf ediyor.
13. Tek açıklaması var: Bir kız satacak nesi varsa göstermelidir. Mallarını teşhir etmelidir. Bundan böyle kadın döngüsünün berdele göre değil, yaygın modele göre olacağını göstermelidir.  Sakallı babalar ve ağabeyler için çok kötü. Yaşasın dünya pazarı! Yaygın model en moda modeldir.
14. Sadece kendi seçimi olan bir erkeğin karşısında soyunmak zorunda olması yazılı olmayan bir kadın hakkı olarak kabul edilirdi. Ama hayır. Her an soyunmayı ima etmek olmazsa olmazdır. Her kim piyasaya sürdüklerinin üzerini örterse sadık bir tüccar değildir.
15. Şunu tartışalım o zaman, oldukça ilginç bir noktayı:  başörtüsü yasası katıksız kapitalist bir yasadır. Kadınlığın teşhir edilmesini emreder. Diğer bir deyişle; pazarlama paradigmasına göre kadın döngüsünün sağlanması zorunludur.
16. Aslında her yerde ‘‘peçe’’nin kadın cinselliği üzerinde dayanılmaz bir kontrol olmadığı söyleniyor. Gerçekten günümüzde bizim toplumumuzda kadın cinselliğinin kontrol altında olmadığına inanıyor musunuz? Bu naiflik Foucault’yu güldürürdü. Hiçbir zaman kadın cinselliğine bu kadar çok özen gösterilmedi,  ayrıntıya bu kadar çok dikkat edilmedi, bu kadar bilgili tavsiyede bulunulmadı, iyi ve kötü kullanımları arasında bu kadar çok ayrıma gidilmedi. Haz netameli bir zorunluluk haline geldi. Güya heyecan verici vücut bölümlerinin evrensel teşhiri Kant’ın ahlaki buyruğundan daha katı bir yükümlülüktür. Sırası gelmişken; tabletlerimizin ‘‘Tadını çıkarın hanımlar!’’ıyla büyük-büyükannelerimizin ‘‘zevk almak yok!’’ ları arasında, Lacan uzun zaman önce bir izomorfizm kurmuştu. Ticari egemenlik, ataerkil egemenliğin hiç olamadığı kadar daimi, kesin ve kitleseldir. Yaygın fuhuş döngüsü, ailenin özgürlüğü kısıtlamasından, Antik Yunan komedisinden Moliere’e kadar izleyici gülmekten alıkoyan rüculardan daha hızlı ve şaşmazdır.
17. Anne ve fahişe. Bazı ülkelerde gerici yasalar annenin lehinde, fahişenin aleyhinde tasarlanır. Diğer bazı ülkelerde ilerici yasalar fahişenin lehinde annenin aleyhinde tasarlanmıştır. Ama reddedilmesi gereken bu ikisi dışındaki alternatiftir.
18.  Ama bu alternatif, meydan okuduğu şeyi tarafsız bir zeminde sadece devam ettiren ‘‘ne o ne de bu’’ mantığı da değildir. Açıkça abes bir karşılaştırma olan ‘‘ne fahişe, ne itaatkâr’’da olduğu gibi: Genellikle itaatkar olan ‘‘fahişe’’ değil midir, fazla mı oldum? Geçmişte Fransa’da onlara ‘‘les respectueuses’’ (dost) denirdi. Bir bütün olarak ele alındığında; kamu itaatkârı.
19. İnkâr etmenin yolu yok: Bugün düşüncenin düşmanı mülktür, iştir, nefs gibi şeylerdir ama inanç değildir. Bunun yerine söylenmesi gereken, en çok ihtiyaç duyduğumuz şeyin [politik] inanç olduğudur. ‘‘Kökten dinciliğin yükselişi’’ doymuş batılıların, üzerinde yönettikleri zihinlerin yıkımının korkutucu etkilerini gördükleri bir aynadan başka bir şey değildir. Ve özellikle ehemmiyetsiz demokrasilerin paravanı altında ya da uçaklardan attıkları büyük insani yardım kolileriyle Batılıların her yerde kurmaya kalkıştığı politik düşüncenin yıkımının etkilerini. Bu şartlar altında, farklı anlayış biçimleri sağlama görevinde olduğunu iddia eden laiklik, rekabet gözetmeye, Batı normlarına göre eğitmeye ve her inanca karşı düşmanca tavır takınmaya sebep olacak bir akademik kuraldan başka bir şey değildir.
20. Kimse feminizmin tek başına ilerlemesine ayılıp bayılmaz. Kadınların özgürleşmesiyle başlayarak, bugünlerde de feminizm şunu iddia ediyor: edinilen ‘‘özgürlük’’ o kadar mecburidir ki sadece giyim kuşamlarına bakılarak kızların (ve tek bir erkeğin bile değil) dışlanmasını gerektirir.
21. ‘‘Cemaatler’’le ilgili toplum jargonunun tümü, ve bu ‘‘Cumhuriyet’in’’ ‘‘cemaatçiliklere’’ karşı öfkeyle siper alması kadar metafizikseldir, tüm bunlar deli saçması. Bırakın insanlar istedikleri gibi yaşasınlar ya da yaşayabildikleri gibi, ne yiyorlarsa onu yesinler, türbanlarını, elbiselerini, mini eteklerini, tesettürlerini, step ayakkabılarını giyebilsinler, ki istedikleri zaman gevşeyebilsinler, birbirlerinin rahat fotoğraflarını çekip renkli jargonlarla konuşabilsinler. Onlar dünya kapsamının dışındalar. Ne bir düşünceyi engellerler ne de desteklerler. Onlara saygı duymak ya da onları tenkit etmek için bir sebep de yok. Adı üstünde ‘‘öteki’’nin biraz farklı yaşaması –ihtiyatlı ilahiyat ve portatif ahlak hayranlarının Lévinas’ın arkasından söylemeye alışık oldukları gibi- herhangi bir gözlemi anlamsız kılacak kadar açıktır.
22. İnsan denen hayvanların kökenlerine göre gruplaştığı gerçeğine gelince, bu, göçmenlerin Fransa’ya geldiklerinde karşılaştıkları berbat koşulların en sık olanlarının doğal ve kaçınılmaz bir sonucudur. Sadece kuzen ya da yakın köylü hemşeri, ister istemez, sizi Saint-Ouen-l'Aumône’da bir banliyö evinde karşılayabilir. Birinin Çinlilerin Çinlilerin olduğu yere gideceğini resmen belirtmesi için gerçekten salak olması gerekir.
23. Bu ‘‘kültürel farklılıklar’’ ve ‘‘cemaatler’’ göz önünde bulundurulduğunda elbette tek sorun onların toplumsal varlığı, yaşam alanı, işi, ailesi veya okulu değildir. Doğruyu söylemek gerekirse asıl sorun isimlerinin belki sanatta, belki bilimde, aşkta ve özellikle politikada yer işgal ediyor olmasıdır. Bir insan olarak benim hayatımın özelliklerle örülü olması eşyanın kanunudur. Bu özellik kategorilerinin evrensellik iddiasında olması, bu suretle konunun ciddiyetini üzerlerine alıyor olmaları, işte felaket burada başlıyor. Önemli olan fiillerin ayrılmasıdır. Sarı iç çamaşırıyla matematik çalışabilirim ya da rastalı saçlarımla seçim demokrasisinden çıkarılmış politikalar için aktivist olarak çalışabilirim. Kuram, altında toplandığımız korkulardan örülü slogandan daha ürkek (ya da cesur) değil. Ya da slogan saçı rastalıların alınmamasını içermiyor.
24. Birkaç kızın tesettürü gibi ehemmiyetsiz bir husus yüzünden eğitimin ciddi bir tehdit altında olduğu söyleniyor. İşte bu his, gerçeğin orada dönen şeyle bir ilgisi olmadığı şüphesini uyandırıyor. Bunun yerine fikirler buluyoruz, tabana yönelik ve muhafazakar fikirler. Politikacıların ve aydınların eğitimin ilk ve en önemli amacının ‘‘vatandaşları eğitmek’’ olduğunu ifade ederken görülmeleri gerekmiyor muydu? Ne iç karartıcı bir program! Bizim zamanımızda ‘‘vatandaş’’ politik sistemde –herhangi bir şekilde doğruyu görmesi açıkça yasaklanmış- şehvet tuzağıyla yakalanmış bir avdır.
25. Sıkıca sarılmış topuzları, yüzlerindeki ciddi ifadeleriyle, azimle çalışan, bu Cezayir, Fas, Tunus kökenli kızların sayısının, hem yüksek hem de düşük mevkilerde, birkaç Çinliyle, ki onlar da dünya ailesine daha az bağlı değillerdir, dolacağını düşünmüş olmamız gerekmez miydi, üstün sınıf beyinler? Bugünlerde düşünmek çok fazla fedakârlık gerektiriyor. Ve bunun sonu pekala Sovyet Chirac’ın yasasının bazı harika öğrencileri bağıra çağıra okuldan kovmasına kadar varabilir.
26. ‘‘Sınırsız eğlence’’. 1968’in bu aptal mottosu bilgi arabasının gazına hiç basmadı. Belli bir doz, derindeki sebebi Freud’dan beri biline gelen, zahitlik, tedrisat alanına yabancı değildir. Geçerli hakikatlerin en az birkaç kabataslak parçası oradan su yüzüne çıkmıştır. Öyle ki, sonunda başörtüsünün yararlı olduğu ortaya çıkabilir. Yurtseverlik, çıraklığın sert içkisi, ortada yokken, her tür idealizm hatta bayağı olanlar bile sıcak karşılanıyordu – en azından okul nesnesinin tüketici-vatandaşlar ‘‘yetiştirmek’’le biraz ilgisi olduğunu düşünenler tarafından.
27. İşin aslı, başörtüsü yasası tek bir şey ifade eder: korku. Genelde Batılılar, özelde Fransız’lar korkudan titreyen bir çokluktan başka şey değil. Neden korkuyorlar? Her zaman olduğu gibi, barbarlardan. İçeridekilerden, mesela ‘‘varoşlardan bir genç’’lerden; dışarıdakilerden, mesela ‘‘İslamcı terörist’’lerden. Niçin korkuyorlar? Çünkü suçlular ama masum olduklarını iddia ediyorlar. -1980’lerden bu yana- özgürleştirici politikaların hiçbir türünü, devrimci Aklın hiçbir biçimini ve başka şeylere yönelik hiçbir gerçek savı tanımadıkları ve yok etmeye çalıştıkları için suçlular. Alçak ayrıcalıklar peşinde koştukları için suçlular. Satın aldıkları çeşit çeşit şeyle oynayan birer çocuktan başka bir şey olmadıkları için suçlular. Evet, aslında ‘‘uzun bir çocuklukta yaşlandırıldılar’’. Bu yüzden daha az yaşlı olan her şeyden korkuyorlar. Mesela inatçı bir genç hanımdan.
28. Ama genelde Batılılar, özelde Fransızlar bilhassa ölümden korkuyorlar. Bir Fikrin nasıl olup da uğruna riskler alınabilecek bir şey olduğunu hayal etmekten acizler artık. ‘‘Sıfır ölüm’’ en önemli arzuları. Kendi açılarından bakınca, tüm dünyada ölümden korkmak için hiçbir sebebi olmayan milyonlarca insan görüyorlar. Ve bunların arasında pek çoğu bir Fikir adına neredeyse her gün ölüyorlar. ‘‘Uygar’’ insanlar için bu en yakın dehşet duygusunun kaynağı.
29. Birilerinin uğruna ölmeye hazır olduğu Fikirlerin buna değmeyeceğinin elbette farkındayım. Tanrıların uzun zaman önce çekip gittiğine inanmış biri olarak, ne zaman genç erkekler ve genç kadınlar uzun zamandır var olmayan bir şeyin şahadet çağrısına uyarak korkunç katliamlarda bedenlerini parçalara ayırsalar kederleniyorum. Bu korku salan ‘‘şehitler’’in, katletmek istedikleri insanlar için çok da fazla endişelenmeyen suikastçılar tarafından birer araç haline getirildiklerinin de farkındayım. Bin Ladin’in Amerikan servislerinin ajanı olduğu hiçbir zaman yeterince tekrar edilmiş olmayacak. Ne saflığa, ne azamete ne de bu intihar saldırılarının yararlılığına, ya da her neyineyse, inanacak kadar naif değilim.
30. Ama bu acımasız bedelin Batının hâkimlerine, siyasi gerçekliğin her formunun son zerresine kadar yıkımıyla ödetilenlerin ilki olduğunu söylüyorum. Bu mesele, özellikle Fransa’da, entelektüellerin ve halkın suç ortaklığıyla doğuruldu. Devrim Fikrini hafızasına varana kadar şiddetle tasfiye etmek mi istiyorsunuz? ‘‘İşçi’’ kelimesinin tüm kullanımlarının, hatta kinayeli olanlarının bile kökünü kazımak mı istiyorsunuz? O zaman sonuçtan şikayet etmeyeceksiniz. Dişlerinizi sıkın ve yoksulları öldürün. Ya da Amerikalı dostlarınıza öldürtün.
31. Hak ettiğimiz savaşları yaşadık. Acıyla uyuşmuş bu dünyada, büyük gangsterler acımasızca ülkeleri bombalayıp kan gölüne çevirdiler. Vasat gangsterler kendilerini rahatsız edenlere karşı suikastlar hedeflediler. Başörtüsüne karşı yasalar tasarlayanlarsa gerçekten küçük üçkâğıtçılar.
32. O kadar da ciddi bir şey olmadığını söyleyecekler. Emin olun. Tarihin son mahkemesinden önce kendimize hafifletici sebepler bulacağız: ‘‘Bir saç şekillendirme uzmanı olarak, skandalda sadece küçük bir rol oynadı.’’


Fransızca'dan çeviren: Norman Madarazs ( http://zinelibrary.info/files/badiou-hijab-imposed.pdf )
İngilizce'den çevirerek olayın suyunu çıkaran: bendeniz