çekinik gen
3 Ocak 2014 Cuma
26 Nisan 2013 Cuma
Acımasız Ya/Ya dalar: Drucilla Cornell'la Bir Röportaj - Sophie Lewis - Hannes Charen
Aile,
geçmişe özlem ve biçimsel eşitlik feminizminin iflası
Aşağıda bir
tahrikçi, devrimci, filozof, eski oyun yazarı, feminist, anne, hukuk ve etik
düşünürü Drucilla Cornell’la bir röportaj var. Ekmek ve güller için savaşarak[1], feminizmdeki “biçimsel eşitlik” ve
“farklılık” arasındaki iyice eskimiş muhalefetin ötesine geçerek o, bir birey
olmanın bitmeyen sürecinin hayali etki alanlarının esas anlamını gündeme getirdi.
Cornell
anayasacılık alanında yeni devrimsel paradigmaların tartışmaya açılmasına
kararlılıkla katkı sağlamıştır ve başta Yapıbozum ve Adalet Olasılığı (1992),
Sınır Felsefesi (1993), Hayali Etki Alanları (1995), Özgürlüğün Kalbinde (1998)
ve Uzlaşmanın Ötesinde (1999) olmak üzere sayısız eserin yazarıdır.
O, 9/11
sonrasında, kadınların liderliğindeki bir sol doğrudan eylem grubu Geleceği
Geri Al’ın kurucuları arasında bulunan, yaşamı boyunca (sendikalı ya da
sendikasız) bir örgütleyicidir. Cornell ayrıca, Derrida’nın ahlâki düşünceye
yönelişini yaptığı bilinen yer olan Cardozo Hukuk Fakültesi’nde beş yıl boyunca
profesördü. Çok yakın geçmişte Güney Afrika’da Ubuntu projesine (bu kavramın
köklü komünalizm içeriğinden ve statüsünden ilham alan bir siyasi inisiyatif)
başladı ve kendisi Hukuku Düşünme: Drucilla Cornell Üzerine isimli derlenmiş
bir kitabın konusu oldu. Orada Heberle
ve Playor, haklar, statü ve eşitlik gibi “geleneksel talepler”in onun elinde
nasıl da radikalleştiğini belirtmişlerdir.
Cornell şu
anda Rutgers’da ve bir sınıfı aydınlatabildiği her yerde ilgiyi “Kadınlar
bireyler midir?” (mümkün) ve “Bir Marksist haklara inanmalı mıdır?”(evet) gibi
sorulara yoğunlaştırarak ders veriyor.
DC: Bence
kadın bedeni korkusu sorunu çok derinlere dayanır ve Uzlaşmanın Ötesinde’deki
çalışmamın başından itibaren, Jacques Lacan’ın temel bir anlayışı olarak
gördüğüm şeye, dişil cinsel ayrımın izdüşümünü son derece korkunç hale getiren,
çok derinlerde yatan bir kadın bedeni fantezisi olduğuna –kadın bedeninin hayat
ve ölüm verebilecek önemde olduğuna- değindim. Medya, tabii ki, kilo vermeye,
gençliğe sonsuz bir ilgi ortaya çıkarıyor. Olan bu şey, pek çok açıdan, dişil bedenin
güçlü imajlarını inkâr etme girişimidir. Değil mi? Ne kalça ne göğüs, bu yaşam
ve ölüm verebilecek gücü gösteren hiçbir şey.
Lacan’ın
anne bedeninde, yaşlanan vücutta gösterdiği, belli ki yaşamı alıp götüren
güçtür. Bunu bütün Disney çizgi filmlerinde görürsünüz. Bunu kırk yaşın
üzerinde canlandırılan her kadında görürsünüz. Bunlar sadece tek bir şeye dâhil
edilebilen şeytani figürlerdir ki o da (genelde) görüntülenen henüz anne
olmamış genç bir kadının yapıbozumudur.
Yani bir
tarafta –elbette bir fantezi olduğu için- asla dile getirilmemiş, Kadın’ın
bedeninin son derece korkunç olduğu fantezisi var. Demek istediğim, bu fikre
hiçbir zaman bakmadık; bu ne anlama geliyor? Kadınlar bebekleri taşırlar,
kadınlar bebekleri doğururlar, yaşama son verme gücüne sahipler! Bu his fantezi
düzeyinde ağır basar. Bu şu gibidir; herhangi bir kadın herhangi bir zamanda
bir erkeği, erkeğin ebeveynlikle arasındaki, hiçbir erkeğin üzerinde hak iddia
edemeyeceği dolaylı ilişkiyi elinden alarak iğdiş edebilir.
Şimdi bunun
siyasette sona erdiğini nasıl düşünürüm? Bence bu fantezi Birleşik Devletler’de
oldukça yaygın. Bu, taklit edeceğimiz, aslında annelik öncesi sonsuz bir
gençlik olan bütün kadın vizyonlarına sızar.
Sağ kanat bu
fantezinin finalini oynar fakat bunu derin bir özlemle yapar. Bunu, hiç var
olmamış ama 1950’lerin “Amerikan Rüyası”nın bir parçası olan, evlendiğin ve
adamın seninle evli kaldığı, sana sadık kaldığı, “cinsel yozlaşma” diye bir
şeyin olmadığı bir dünyaya derin bir özlemle oynarlar. Ve neden “cinsel
yozlaşma” bu kadar ürkütücü? Belli ki erkekler cinsiyetlerinin imtiyazlarının
tadını çıkardılar, ama kadınların vücutlarını kontrol edebilecekleri sürece, bu
durumda kadınların alacağı bir intikam yoktu. Bu kurguda erkekler olarak
tanımlananlar için, kürtaj ve doğum kontrolü onlara karşı yürütülecek intikam
biçimleriydi.
Bu, şimdi
gerçeklik seviyesinde herhangi bir anlam ifade etmiyor ama şu kurgu
çerçevesinde anlam kazanacaktır: eğer bir kadın kendi bedenine sahip olursa,
eğer bir kadın benim hayali etki alanı dediğim şey üzerinde hak iddia ederse,
eğer bir kadın “benim bedenim benim hayal ettiğim bir şeydir, onunla ne
istersem onu yaparım” derse o zaman erkekler aniden yaşam üreten güçten tamamen
mahrum bırakılırlar.
Kadınlar
neden bununla ilgilensin ki? Diyeceksiniz ki, elbette kadınlar kendi hayali
etki alanlarını isteyeceklerdir.
Elbette
muazzam bir cinsiyet ayrımcılığı dünyasında yaşıyoruz. Ezici bir cinsel ve
cinsiyetsel ayrımcılık dünyasında yaşıyoruz. Yani kadınlar boşanmayı
yasaklarlarsa ve planlı ebeveynliği yasaklarlarsa ve kürtajı yasaklarlarsa ne
kazanacaklarını düşünüyorlar? Baba
Hareketi ne diyordu? Kelimenin tam anlamıyla erkeklerin evliliğe kaydını
yaptıracaklardı: evlilik bağından çocuk sahibi olmuş adamları arayıp bulacak ve
o adamları evliliğe zorlayacak adamlar, milisler olacaktı. Ebeveynliğin
militarizasyonu gerçekleşecekti!
Peki,
kadınlar bununla ne kazanır? Kocan seni
terk edemez algısını kazanırlar. Bu ülkede 2012’de kocanız sizi terk ederse
ne olur biliyor musunuz? Geliriniz ortalama olarak önemli ölçüde düşer. Ah
evet, olabilecek en üst düzeyde kazanmayı başarabilecek, bir boşanmadan sağ
çıkabilecek birkaç zengin kadın var, ama kadınların büyük çoğunluğu bunu
yapamaz. Ve, şimdi, sözde eşitlik: kadınlara ne getirdi? Eskiden velayet için
mücadele etmek zorunda olmadığınızı bilirdiniz, şimdi çirkin velayet mücadelelerine
sürükleniyorsunuz ve ne oluyor? Eski kocanız çalışmayıp evde kalacak bir
23’lükle evleniyor.
Bu, çok
sevdiğim bir arkadaşımın başına geliyor. Şu anda bir velayet mücadelesinde
çünkü kendisi çalışıyor ve kocası yeniden evlenmiş ve o kadın çalışmayacak.
Peki, kim daha iyi bir eş ve anne olur? Çalışmayan. O zaman mantık şöyle işler:
Biçimsel eşitliğin nasıl da kadınların hayatlarındaki her şeyi olduğundan çok
daha kötü hale getirdiğini gördüğümüze göre haydi evliliğe zorla kaydı
deneyelim. Hadi boşanmayı yasaklayalım! Kürtajı yasaklayalım! Hadi lavaboda bir
genç tarafından sakso çekilen herkesin çükünü milislerin elinde
kaybedivermesini sağlayalım. Ve daha sonra, söylenenlere bakılırsa, geri
döneceğiz –öyle mi? –erkeklerin cinsiyet imtiyazlarını kadınlara karşı cinsel
olarak kullanamayacakları yere.
İşte
kimsenin konuşmak istemediği gerçek hikâye bu. Bu ülkedeki kadınların büyük
çoğunluğu –hatta orta sınıf kadınlar bile-yalnız ve meteliksiz ölürler. Bu
yüzden Tokyo belediye başkanı “Bunun çözümü ne? 60’ın üzerindeki kadınlar
kendilerini öldürsünler!” diyor ve yeniden seçiliyor. O belediye başkanı,
cinsel açıdan değersiz oldukları için, yaşlı oldukları ve artık çocuk
doğuramayacakları için 60’ın üzerindeki tüm kadınların ölmüş olması
gerektiğiyle ilgili bu çok faydalı tavsiyede bulunduktan sonra hala Tokyo
belediye başkanı.
Şimdi, bunu
göz önünde bulundurarak, biçimsel eşitlik feminizmindeki her şey onların
hayatlarını cehenneme çeviriyorken, kadınların kendi çıkarları aleyhinde
konuşuyor gibi görünmeleri şaşırtıcı mı? Ve hiç kimse bunun hakkında konuşmak
istemiyor mu? Yani bunun ışığında, ben kadınları Çay Partisi hareketine
götürüyorum. İnternet randevularını da istemiyorum. Diyet hapları tarafından
yaylım ateşine tutulmak ve 62 yaşında olduğum ve her erkek bir 20’liği becermek
isteyeceği için (Neden? Ölmekten korktuğu için. Bu kesinlikle doğru, Jacques
Lacan’ın görüşü bu.) cinsel açıdan değersiz olduğumun söylenmesini istemiyorum.
Yani fantezi
oldukça kuvvetli. Demek istediğim, cumhuriyetçileri John Kerry için ikna
ettiğimde su haklarıyla ilgiliydim diye kendimi cumhuriyetçiyken buldum. Birçok
kadının John Kerry’ye oy vermesini sağladım ama Hackensack-New Jersey’de dışarı
her adım atışımda üç saat boyunca üç kez boşanmış, üç işte çalışan kadınlarla
beraberdim. Bu ülkede bekâr bir anne için hayat nasıldır bilir misiniz?
Berbattır! Ben bekâr bir anneyim, ne kadar berbat olduğunu ben bilirim. Yani
giderdim ve hikâyeleri dinlerdim: Bilirsiniz erkekler yapmıştır bunu, terk
etmişlerdir, boşanmışlardır, kadınlar üç işte çalışıyordur, çocuğunuzun banyoda
birilerine sakso çekmesine engel olamazsınız. Yani birisi, lise çağındaki bir
kızdan sakso isteyecek her erkeği hadım edecek gönüllü milislerimiz olduğunu
söylediğinde, düşünürsün ki… evet, bu iyi bir fikir: çok daha az çük, çok daha
az sakso, cinselliğe dair çok daha az Fordist dil; evet bana uyar.
Anlıyorum.
Ve ne var biliyor musun, Sol’da hiç kimse hiçbir zaman böyle konuşmaz. İnsanlarla konuşamıyor olmamızın sebebi
bu. Şöyle demek zorundayız: “Biliyor
musun, 78 yaşındaki bir adamın bir 21’likle evlenebilmesi gerçekten harika,
çünkü herkes istediği herkesi becerebilir, çocuklara gelince? Oğlancılık ya da
her neyse? Ah, ELBETTE, dört yaşındaki biri seni tahrik edebilir.”
Bir sürü bok
püsür! Ve bu Sol’un insanları sık sık baş başa bıraktığı neoliberal dil işte.
Ve gey ve lezbiyenlerle ilişkilendirilen sözde yozlaşmanın bir parçası olan
neoliberal dil bu. Bu geylerin ve lezbiyenlerin gerçek hayatlarıyla ilgili
değil, bu fantezilerle ilgili. Ama özgürlük olarak neoliberal serbestliği
savunduğu görünen bir tür queer teorisiyle de çok ilgili. Yani, bu şekilde,
feministler bu birlikteliğe hitap edene kadar –Yankının Tesellisi başlıklı bir
metin yazmıştım –ve gerçekten hitap
etmeyi kastediyorum –yetersiz bir dille baş başa bırakıldık. Benim
tanımladığım şekliyle, feminizmin ikinci dalgası, sözde özel hayat
politikalarını hitap ediyor.
Kolektif
yaşam şartlarına sahip olacağımızı söyleyerek yola çıktık, tekeşli evliliğe
karşı olduğumuzu söyleyerek yola çıktık, çift olmanın cehenneme giden yol
olduğunu söyleyerek yola çıktık. Ataerkilliğe saldırının yeterli olmadığını
söyleyerek yola çıktık, müşterek yaşama ve çocuklarımızı yetiştirmenin tamamen
farklı olan anlamlı yollarına ihtiyacımız var. Fakat pek çoğumuz bir felaket
olan heteroseksüel evlilik karşılığında her şeyi bıraktı. Kadınların çoğunluğu
için bu tam bir felakettir.
Son günlerde
tekeşli evlilik üzerine fikrimin sorulmasının sebebi bu. Şey, tekeşli evlilik
NEREDE? Çok nadiren görüyorum onu. Ben sadece orada burada yiyişip duran
adamlar görüyorum, demek istediğim, tekeşlilik nerede? İnanıyorum ki sadece
birkaç kadın, muhtemelen istemeyerek, tekeşliliği uygulamaya zorlanıyor. Bence
feministler gerçekten bu fantezi ve bu nostaljinin arkasındaki duygusal güce
değinirlerse ve tahribatından bahsederlerse, gerçekten bir etki yaratabiliriz.
“Madem kadınlar eşitlik istiyorlar, onunla yaşamak zorundalar.” demeye devam
ettiğimiz sürece neden bahsediyoruz? Sahiden? Kadınlar çalışıyorlar diye
velayet için mücadele etmek zorundalar mı?
Biçimsel
eşitlik feminizmi altında kadınlara olanlar korkunç. Bu, Özgürlüğün Kalbinde’yi
yazma sebeplerimden biri, bilirsiniz bu kadınlar için özgürlük değil. Jacques Lacan fantezilerinde
yaygın bir şekilde verilmiş olan bu çiftlenmiş heteroseksüalite içerisinde
kadınlar için özgürlük bulabileceğinizi düşünmüyorum. Kadınlar için ilerlemenin
tek yolu çok özgün kolektif yaşam düzenlemelerinden geçer. Peki, erkekler neden
bunu istemiyor? Çünkü kadından (fanteziye geri dönüyoruz) korkuyorlar.
Bilirsiniz, hani şu bütün erkekleri öldürüp, sadece altı tanesini bırakıp sonra
sadece spermlerini aldığınız bilimkurgulardaki gibi, şey, kaç erkeğe
ihtiyacınız var? Birkaç? Ve erkek çocuklar doğarsa onları da hemen aradan
çıkarıverirsiniz değil mi? Spermlerinin hepsini alabilirsiniz ve kadınlar
bebekler doğurmaya devam edip erkek olanların hepsini öldürebilirler, yani
bilirsiniz, bu fanteziler çok derindir ve kadının kimsenin bahsetmek istemediği
üretken gücüyle ilgilidirler.
Yani bence
feministler özgürlük ve neoliberalizm ve serbestlik aynı şeymiş gibi davranmayı
kesmeliler. Hiç rağbet görmeyecek bir duruş.
SL:
Tekeşliliğe yapılmış yepyeni bir feminist eleştiri olduğunu seziyorum.
DC: Ya da düzmece tekeşlilik. New York Times’da
bir çalışma var, ve 1500 kişi üzerindeki bu çalışmada evliliğin ilk on yılından
sonra 1500 kişiden sadece iki erkek karılarını aldatmamışlar. Kadınların %30’u
da aldatmışlar, artık kadınların sayısının da daha fazla olduğunu tahmin
edersiniz.. Herkes aldatıyor ve yalan söylüyor. Bir tür sağcı ve muhafazakar
kadının herkesin aldatıp yalan söylediği bir dünyada yaşamak istemediğini
görebilirsiniz şimdi. Aslında ben de gerçekten herkesin aldattığı ve yalan
söylediği bir dünyada yaşamak istemiyorum.
SL: Yani o
zaman soru şu: nasıl bir dünya? Senin yaşamak istediğin dünyada Drucilla, aile
nedir?
DC: Pekâlâ
aslında bunu Özgürlüğün Kalbinde’de tanımlamaya çalıştım. Matha Feinmann’dan
farklı olarak ben cinselliği evliliğin dışında tutmamız gerektiğini
düşünmüyorum. Ama bilirsiniz, bu şahane evliliği Güney Afrika’dayken yaptım:
beş Zulu bireyi ve birinin ruhu ele geçirilmişti, bu münasebetle o (she:kadın)
bir erkekti. Dört kadın başka bir adamla evliydiler, birlikte dokuz çocukları
ve beş kadar torunları vardı, biri de yoldaydı. Yani altı torunları vardı.
Bahsi geçen evlilik 41-78 yaşlarındaki kadınlar arasındaydı. 78 yaşındaki 56
yaşındakinin seçilmiş karısıydı. Seçilmiş eş atalarınız tarafından sizin için
seçilmiş olan eşti. O, torunların çoğuna sahip olandı. Diğer ikisi en dünyevi yolla
âşık olmuşlardı: birinin ruhu bir erkek olarak ele geçirilmişti, 4 numaralı
kadının seçilmiş kocasıydı. [2]
Pekâlâ, ben
tüm bu insanlarla evlendim. Bu aile fikrini sevdim. Yani bilirsiniz pek çok
çocuk var: dokuz tane, ama beş tane anneniz var ve beş anne, beş anne ve bir
koca, baba demek. (yani ruhun ele geçirilmişliği sizi bir erkek yapıyor. Bu
harika!) Yani bu durumda 78 yaşına geldiğinizde derme çatma bir huzur evine
bırakılmayacaksınız, çünkü daha genç insanlar sizin bakımınızı üstlenecek ve
siz onlara bilgeliğinizi sunacaksınız ve bu durumda zamanı geldiğinde bir
sangomanız[3] olacağını ve atalarınızın tarafına alınacağınızı bileceksiniz.
Güney
Afrika’da ölümler gördüm, o kişinin öldüğünü bile fark etmeden. Ben sadece su
taşıyan kızdım, yani sadece su getiriyordum, ama 98 yaşında bir kadın eve geldi
ve herkes oradaydı –odada 100 kadar insan vardı- ve ben sangoma için su getirmeyi sürdürdüm,
suyla her çeşit şeyi yapıyordu. Ve yaklaşık 15 dakika önce o kişi ölmüştü, şu
şarkıyı söylüyordu sonra her şey sustu ve sangoma mırıldanmaya devam etti ve
ben biraz daha su getirmek için dışarı çıkmıştım. Ve sonra sangoma onun
atalarına kavuştuğunu söyledi. Bu sevgi, şefkat ortamında, bu korkudan uzak
ortamda, yüzüne iğneler batırılmadan öldü. Sadece gitti.
Ve bu,
“göçmek” deyiminin gerçekten anlamlı olduğunu fark ettiğim zamandı, bilirsiniz,
15 dakika önce şu şarkıyı söyledikten sonra bu hayattan göçüvermişti. Tüm bir
şarkıyı söyledi, bilirsiniz “Tanrı Afrika’yı korusun”u, ve sonra gitti. Bundan
sonra 3 günlük bir cenaze törenine geçersiniz, muazzam bir ziyafet ve bir sürü
harika şey vardır. Güney Afrika’da geleneksel olarak evlilikler de üç gün
sürer. Bütün aile büyüklerini toplamalı, bütün sürüyü kesmelisinizdir: bu muazzam bir şey! Yani, bilirsiniz, yaşlıların kimse onları
istemediği için huzurevlerinde olduğu ve küçük çocukların gürültü yaptıkları
için restoranlara alınmadığı buradaki küçük saçma hayatlarımızı düşünüyorum da,
haksız mıyım? Özellikle 20 ve 45 yaşlar arasında, 10 dakika kadar süren bir
afiyet dönemi olduğuna ve sonrasında o kadınların erkekleri öldürerek ortalıkta
dolanan yaşlı cadılar olduğuna inandığımız bir tür fantezi dünyasında
yaşıyoruz. Ve onlara bakınca çüklerimiz düşüveriyor: bütün Disney peri
masallarında olan bu.
Bilirsiniz:
tek bir bakış ve çük gider! Bu erkeklerin neden yaşlı kadınların etrafında
olmak istemediklerini açıklıyor. Özgürlüğün Kalbinde’de ileri sürdüğüm ve şimdi
görebildiğim şey: kolektif yaşam. Erkeklerin neden bunun bir parçası
olamayacağını anlamıyorum. Bu yüzden ailenin anne ve biyolojik çocukları
olduğunu söyleyenlerle aynı fikirde değilim. Bu bana saçma geliyor çünkü Güney
Afrika’da ben bir eş-anneydim. Güney Afrika’da biyoloji aileleri bir araya
getirmenizin tek yolu değildir. Elbette bir nokta da “Pekâlâ, müşterek menfaatler
ve kaynakların paylaşımı için bu bizim ailemiz.” demek zorundasınız ama bu çok
daha büyük bir yer kaplayabilirdi. Bu durumda, nesilleri bunun dışında
tutmazsınız. Yani her ne kadar size tarif ettiğim bu evlilik sistemi nesilden
nesile geçiyor olsa da sadece 78 yaşında olduğunuz için dışlandığınız ya da
evlilikte mühim bir gayeniz olmadığının düşünüldüğü sistemdeki gibi değildir.
Onlarda evliliğin ABD’de ifade ettiğinden çok daha girift bir mahremiyet
kavramı vardı.
Foucault’nun
varmak istediğini düşündüğüm şey bu. Biz sanıyoruz ki mahremiyet sadece
sekstir, bu yüzden ABD’de en çok satan ilaç ne? Viagra. Ama mahremiyet nedir?
Mahremiyet bundan çok daha fazlasıdır: ellerini tutmaktır, insanları atalara
uğurlamaktır. Bebekler doğurtmaktır, bilirsiniz, kucaklamaktır. İnsanlarla
fiziksel olarak iletişimde olmaktır. Ve bunların hiçbirisinin iki kuruşluk
değeriniz olmasıyla bir ilgisi yok! Güzel yanı işte bu. AOL hesabımı sadece
diyet hapları bombardımanına tutulmak için açmışım. “20 yaşında görünebilirsiniz.”
20 yaşında görünemem? Neden 20 yaşında görünmeliyim? Nasıl 20 yaşında
görünebilirim, ben 62 yaşındayım! 20 yaşında olsaydım bile nasıl bu şeylerden
bahsediyor olabilirdim? Ama e-mailimi açar açmaz yaşlanma nefreti bombardımanı
altındayım.
SL: Şu aileyi
sık sık anlatıyorsunuz, ve onları birbirine bağlayarak benzer evlilikler
yaptırdınız. Hepsi ölene kadar bir arada olacaklar. Peki, içlerinden biri
ayrılmak isterse, sizce ayrılır mı ve ayrılabilir mi?
DC:
İlginçtir ki, “ayrılma ihtiyacı”nın akla bile gelmeyeceğini düşünüyorum.
Gerekli görülmeyebilir. Ayrılmak ne demek cidden?
HC: Kişi
önce ailenin dağılması kavramını kabul etmeli.
DC:
Bilirsiniz, belki biri Johannesburg’da bir iş bulursa ve yılın bir bölümü
Johannesburg’da yaşamak isterse bu gayet hoş karşılanırdı, çünkü dört başka
kişi daha var. Bu cinselliğe bir tür imkânlar yaklaşımı. Neden ayrılmaları
gereksin ki? İnsanlarla ayrılırız çünkü bir şekilde onlara bir şey olmaları
hususunda bel bağlarız, bu tuhaf bir kaçık fantezisi. Dört yaşından beri tanıdığım
bir arkadaşım var. Biz Annie’yle hiç “ayrılmadık”, bu başıma gelemezdi. Ve
Annie ve ben birçok şey hususunda fikir ayrılığı yaşadık mı? Emin ol yaşadık.
Sanırım şöyle bir bakışımız var: bir çift var, sonra bir çift yok ve bu durumda
ayrılıyorsunuz. Seks partneriniz olmayan yakın arkadaşlar da dahil daha pek çok
hayat arkadaşınız olduğunda, bir tür değişkenlikle tanışıyorsunuz.
SL: Bir tür açık ufuk gibi mi?
DC: Bence insanlar eklenmeye ayrılmaktan daha yatkınlar.
SL: Peki bu durumda Batı’nın tekeşli “çift”inin siyasi içeriği nedir? New
York’ta, bilinçli bir şekilde ya da birbiriyle bağlantılı bilinçli yöntemlerle
farklı aileler kurmayı ya da farklı “kabileler” (Batı mamulü Yeni Çağ’ın
şekillendirdiği mantıkla) şekillendirmeyi deneyen insanlar, nüfusu oluşturan
tüm alt gruplardan insanlar var. Şu meşhur çok aşklı, tekeşli olmayan
evliliklerden bahsediyorum. Bu insanların sonuçta daha sonra dağıla da bilecek
bir şeyle ilgili sözleşme yapıyormuş gibi hissedip hissetmediklerini gerçekten
merak ediyorum. Ailenin aslında yıkılabilecek bir şey olduğu görüşü yüzünden.
Ve Cumhuriyetçiler yıkılmış aile ve dağılmış yuvanın sefaleti konusuna pek
düşkünler.
DC: Pekâlâ, çünkü bu ülkede aile
yok, onda haklılar ve bu cephede ağırlıklı olarak acı çekenler kadınlar. Yani, açıkça bu ülkede Sophie’nin bakış
açısına bakımından kadının evlilikten çıkma hakkını ve boşanma hakkını
savunmamız gerekir.
HC: Ama korumaya çalıştıkları aile bu durumda kurtulmaya çalıştıkları
aile oluyor.
DC: Ben- hiçbir mahremiyetin olmadığı bir çeşit aşırı “sosyalist” çözüme
karşı olarak- Hegel’den yanayım. İnsanlar hayatlarında mahremiyetin farklı
seviyelerine ihtiyaç duyarlar ve biz bunlara sahip değiliz. Çay Partisi’nin bu
kadar özgün olmasının sebebi bu, çünkü soyutlanmış yalnız bireylere tam bir
sosyal ağ sağlıyorlar. Yani Hegel aileye ihtiyaç duyduğunuzu söylüyor ve bu
durumda siz onun kurumlar, loncalar dediği şeylere ihtiyaç duyuyorsunuz. Gidip
bireysel bir kişi olarak görülebileceğimiz farklı yerlere ihtiyacımız var.
Bütünlükleriniz ve paylaşılan ilgileriniz ve bedenleriniz var. Bu bakımdan çok
Hegelyenim. Tarif ettiğim ailede 100 kişi değil, beş kişi evlendiler. Sanırım
dokuza ya da ona kadar çıkarabilirsiniz –bu durumda sınırınızı zorluyor
olacaksınız çünkü bu durumda bir tür başka gruplanmaya giriyor olacaksınız. Ama
Afrika’da akrabalık çok geniş, bu yüzden kolayca 100 akrabanız olabilir. Bekâr
bir anne olduğumdan bahsettiğimde beni anlamıyorlardı bile, çünkü çoğu Afrikalı
çocuk eş-annelere sahiptir ya da eş-anneler bulur. Bekâr annelik neredeyse
karşılığı olmayan bir kavram.
HC: Bahsettiğiniz bu genişletilmiş ve daha değişken aile kavramı ABD gibi
bir ülke için siyasi tehdittir, yanılıyor muyum?
DC: Evet, ama ilginç olan ne biliyor musunuz? Hiç kimse bundan bahsetmez.
Tanınan tehdit bu değil. Bu tür bir
bağlantıyla tanımladıkları tehdit cinsel yozlaşma. Ama aslında, cinsel yozlaşma
sadece sözüm ona heteroseksüel monogamiyle ve onların haklı olarak neoliberal
serbestlik olarak tanımladıkları fantezilerle ilgili. Çocukluğumda Glamour
dergisi alırken, dergi pembe mi yoksa kırmızı mı ruj sürmek hakkındaydı. Şimdi
gidin ve Glamour dergisi alın; sadece
“Sakso çekmenin 31 yolu” hakkında. Şey, sakso çekmenin 31 yolu olduğunu
düşünmüyorum. (güler) Ama insanlara seks icracıları olmaları öğretiliyor. Ben
kızlarına kendilerini değerlendirmenin tek yolu olarak seks icracıları
olmalarının öğretilmesinden dehşete düşen kadınlardan biriyim. New Jersey’deki
kadınlarla aynı derecede korkuyorum.
Hemen kolektif ve daha geniş aile çözümüne geçemeyiz. Onların
yaşadıklarından geçmeliyiz, ki bu insanların mutluluk fırsatının tamamen yok
olması anlamına gelir. Onları hoşnutsuz eden bu! Yani kim bir banliyö toplumunda
yaşayıp televizyon karşısında oturarak 71 yaşında olmak ve başka hiçbir insan
oğlunu görmemek ister ki? Ve bu durumda Çay Parti-ci’lere ilgi duyuyorsunuz.
Neden? Çünkü haftanın her gecesi bir etkinliğiniz olacak. İnternet
buluşmalarına başvurmak zorunda kalmayacaksınız. Çünkü onlar buluşmaları eski
moda yollarla ayarlıyorlar. Jim Virginia’yı Susan’la tanışmaya davet ediyor.
Bilirsiniz. Eski moda. Pekâlâ, ben de internet buluşmalarından nefret
ediyorum. Tüm bu insanların nereden
çıktığını anlayabiliyorum. Ve tabii ki 40 yaşından sonra kadınlar ve internet
buluşmaları zaten hemen hemen ölü kısmettir, çünkü kimse yaşlı biriyle çıkmak
istemez, kendisi de yaşlı olsa bile. Dolayısıyla feminist Sol gidip “Anlıyoruz”
demeli. Bu özlem hiç var olmamış bir şey. Çözüm bu değil. Ve insanlar bunu
anlamakta size katılana dek, siz sadece kötü Hegelyen terimlerle konuşuyor ve
ders anlatıyor olacaksınız.
HC: Bu aynı zamanda toplumun iflasına ve ailenin daha geniş kavramının
iflasına bir tepki de.
SL: Bahsettiğiniz bu sıkıntıyı dile getirmesi için Sol’a yaptırım
uygulanamamasının bir parçası olarak queer teorisine ve trans meselelerine
anlaşılmaz bir tepki meydana geldi.
DC: Michel Foucault’nun bahsettiği buydu. Adorno’nun ve Marcuse’nin
bahsettiği de. Bu cinsel serbestlik –herkesin etrafta ‘AH! HADİ YİYİŞMEKTEN
BAHSEDELİM!’ diye gezinmesi-özgürlükçü değildir. Bu sadece en yeni kapitalist
pazara tamamen teslim olmaktır. Bunun söylenmesi gerekiyor! Cinsellik vahşice
sömürülüyor ve bu yüzden mahremiyet üzerine düşünmenin, mahremiyetin her
yönünün metalara indirgenmesini reddedecek başka bir yolu olmalı.
SL: Peki ya cinsellikten bağımsız olarak cinsiyetin kendisi? ‘kadın’
olarak tanımlanma çerçevesindeki sorunlar?
DC: Mesleğinde başarılı olmuş pek
çok kadın “Hayatım cinsiyetim tarafından belirlenmedi.” demek ister. Ve ben TÜM
HAYATIMIN cinsiyet tarafından belirlendiğini söylemeliyim. Bu, kimlik, kişilik
ve konum arasındaki farkın köküne iner. Ben bu toplumda yaşlanan beyaz bir
kadın olarak konumlandırıldım ve yapabileceğim hiçbir şey beni bu konumdan
çıkarmayacak. Ve profesörlük hayatıma bakacak olursanız, ben bir pozitif
ayrımcılık atamasıydım, bir kadın olarak işe alındım ve şüphesiz bir kadın
olarak işten çıkarıldım, sıra dışı bir kadın olarak, ama bir kadın olarak.
Hayatımı öncelikli olarak bir kadın olmak aracılığıyla tanımlamıyorum
fakat hayatımın tüm alanlarında ‘kadın’ kimliği bana yansıtıldı, çünkü beni bir
kadın olarak gördüler. Bu sadece sizin kendiniz nasıl tanımladığınızla ilgili
değil ve Judith Butler’la –en azından onu okumalarımda- uyuşmazlığım bu;
kimliğe, kişiliğe ve konuma sahip olmak zorundayız. Ve konumlarımız, kendini
gerçekleştiren sembolik bir düzende yaşadığımızdan, o kadar değişken değiller.
(olabilirlerdi ama değiller) Kolektif akımlara ihtiyacınız olmasının sebebi bu.
Bireysel bir çözüm yok, kolektif olmak zorunda.
HC: Ailevi dağılmaların romantikleştirilmesi söz konusu gibi görünüyor.
Hegel’de, Ruhun Fenomenolojisi’ndeki görüş, sadece aileyi terk ettiğinizde,
ailenin yok olması meydana geldiğinde bir birey olarak kimlik
kazabileceğinizdir. Sittlichkeit –ya da daha doğrusu ilahi yasa- siyasi düzeni
tehdit eden anlayışı gündeme getirir. Yozlaşmanın kendisinin böyle
fetişleştirilmesiyle, ailedeki herhangi bir kopmanın kendisi, bir birey olarak,
siyasi düzende bir şey –bir toplum- olarak tanımlanma özgürlüğü haline geliyor.
Aile kavramının bu dar yelpazeye sıkıştırılması, rekabet yoluyla kazanılan kahraman
inzivası fantezisini dayatmaya hizmet eden bir şeymiş gibi görünüyor.
Bu “bencillik erdemi” iflasından çıkmanın tek yolu, Çay Partisi’nin ön
ayak olduğu sözde Hıristiyan aile fikrinin yardımına, tehdit edilen geleneksel
değerlerimiz olduğu için ve toplumu kurtarmanın yolu bu olduğu için geleneksel
değerlerimize geri dönebileceğimizi bildiğiniz yere başvurmalıyız.
DC: “fantezi”yi, tahribatın sarsıcı ve derin tecrübesini inceleyen ve
katı ekonomik gerçeklikleri göz önünde bulunduran bir feminist tepki olması
gerekliliğinin sebebi de bu. Ve sonra denir ki: Bizim için ilerlemenin tek yolu
ailevi mahremiyetin başka bir formunu göz önüne almak. Denilebilir ki;
‘haklısın’ bile değil, ‘anlıyorum, bunu ben de hissediyorum’ denmeli. Eğer
birinci ve ikinci adımları geçebilirseniz üçüncü adıma ulaşabilirsiniz.
“Anlıyorum” demelisiniz.
HC: Bu tepkimede kesin bir gerçek var.
DC: Derin bir gerçek.
SL: İçinde bulunduğumuz durumla ilgili çocuklar açısından berbat bir şey
var, değil mi? Bayağı bir pseudo-solcu ‘çocuklu insanlardan iğrenme’ tavrı var.
Ellerinde oyuncak tavşanlar olan burjuva anneleri tarafından istila edilmiş
muhitler akla getirilirse belki zaman zaman tamamen yersiz de değil… Fakat
diğer taraftan, TV’de Cumhuriyetçi Ulusal Kongre’yi izliyordum ve sahnede
tavandan düşen balonların peşinde cirit atan on yedi kadar Mormon çocuk vardı.
Sorumlu hanımların hepsi o küçük oğlanlara göz kulak oluyorlardı ve saire ve
saire. Ve bu burada herkesin birbirine göz kulak olduğu yanılsaması. Ve bu bir
yalan, ya da yalan olmasa bile sadece Romneylerin milyonerlere dönüşmesiyle
uyuştuğu için bu şekilde yansıtılabilir.
DC: Mitt Romney’nin bir Mormon olması durumunun cazibesi bir Mormon’un,
Mormonların, insanların birbirlerine destek olduğu daha sıkı kenetlenmiş bir
toplumun temsilcisi olmaları durumunun doğruluğu ve belki de doğru olmayışıyla
dikkate şayan şekilde ilgili olmasıdır. –Aslında bu Romney’nin cazibesinin bir
parçası. Bir tür yozlaşmış çapkınlığa karşı çıkıyormuş gibi görünüyor. Eğer Sol
ilerlerse, bu meselelere değinemeyeceksiniz. Bu meselelere “yanlış bilinç”
diyemeyeceksiniz.
SL: Çocukların sorumluluğunu kimin üstleneceği meselesiyle ilgili: kişi
nasıl biyolojik olarak kendisinin olmayan ya da resmi olarak “akrabası” olmayan
bir çocuğun sorumluluğunu üstlenebilir?
DC: Hemen söyleyeyim: Katmanlar. Evlat edindiğim bir kızım var, benim
biyolojik çocuğum değil. Ve bana kalsaydı evlat edinmenin önünü açardım ve
insanların daha masrafsızca evlat edinebilmelerini sağlardım. Ve bu ülkede tam
bir felaket olan koruyucu aile sistemini ortadan kaldırırdık. İkincil olarak
diyebilirim ki gelecek nesilden hepimiz sorumluyuz. Queer teorisindeki bir şey
dışında; kuşaksal her düşüncenin heteronormatif, doğurgan ve saire olduğu.
Üçüncüsü, –Güney Afrikalıların ubuntu[4] dediği şey yoluyla– bir toplum olarak yaşlı ya da genç her bir insanın
hayatta kalma ve yaşam imkânına karşı bir mesuliyetimiz var. Yani bu şekilde,
vergilerimi ödeme ve mükemmel bir kamu okul sistemi olup olmadığına dikkat etme
sorumluluğumun, inşa etmeye çalıştığım, doğan her insanın edinebileceği
maksimum kapasite özgürlüğe sahip olduğu dünyayla yakından ilgisi var.
SL: Birleşik devletlerde bir çocuğun velayetine hukuken sadece iki kişi
sahip olabiliyor: sadece iki ebeveyn tasavvur edebiliyoruz.
DC: Biyolojik annenin velayeti bırakmak zorunda olmadığını belirttim.
Güney Afrika’da resmi olmayan her tür düzenleme var. Bir kızın eş annesiyim ki
bunu ciddiye alıyorum. İkinci bir kızım daha var, onunla ilgili evrakım yok
fakat ben kendimi onun eğitiminden sorumlu görüyorum. Yani Güney Afrika’da ve
genel olarak Afrika’da, ‘bekâr anne’ lafını anlamamalarının sebebi bu, çünkü
teyzeleriniz ve amcalarınız yok, ‘ikinci anneleriniz’ ve ‘ikinci babalarınız’,
‘dördüncü anneleriniz’ ve saire var. ABD’de bu karşılıklı bağlılığın ortadan
kaldırılması tam bir felaket. Bu yüzden kamusal eğitimi savunuyorum. Neden bir
başkasının çocuklarından sorumlu olasınız ki? Çünkü doğamız gereği birbirimize
bağlıyız.
Mahremiyeti reddetmiyorum. Lenin de mahremiyeti reddetmiyordu, ama sık
sık bununla suçlanır. Hiçbir mahrem alanın bulunmadığı evler şeklinde
kolektifleşme taraftarı değilim. Onları katmanlandırma taraftarıyım ve
giriftlik taraftarıyım ve hiç kimsenin yalnız yaşamaması taraftarıyım. Yaşlı
bakımının meslek haline dönüşmesine karşıyım. Bir bakıcıya ihtiyacınız varsa
bakıcıya ihtiyacınız vardır. Ama sadece zenginler bir bakıcıya para
yetirebilir.
Nesiller arası beraber yaşamayı her yönüyle yeniden düşünmemiz, farklı
bir şekilde düşünmemiz gerekli. Ve kapitalizm doğrudan sömürülebilir olmayanlarla
ilgilenmez. Bu yüzden her çocuğu iyi bir eğitimle yetiştirmek zorunda
değilizdir. Bu yüzden kadınlara artık üretken olmadıklarını için gidip bir
köprüden atlamalarını tavsiye edebiliriz. Vazgeçilebilir gördüğümüz muazzam
sayıda insan var. Belki de, milyarlarca insanın asla üretken olamayacakları
için açlıktan ölmelerine izin vermeliyiz diye fikirlerimiz var. Kapitalizm
insanlara sömürülebilecekleri şeye, dönemlerine göre bakar. Ve bunların tümü
söylenebilir ama keşke insanlarla konuşsak. İnsanlarla konuşmuyoruz!
Görüşmüyoruz! İçi boş beylik laflarla geliyoruz. “Birleşik devletler” soyut bir
terim. “Eyaletlerin hakları”nın daha küçük toplumların parçası olan insanların
parçası olması gerekiyordu. Amerikalı olmak diye bir şey yok, bu bir coğrafi
konum. İnsanlar bunu anlayabilirler. Ama sadece onları yanınıza çekebilirseniz.
Ben bir sendika örgütleyicisiyken, öğrendim ki “egemenlik savaşları”ndan
bahsederek ortalıkta dolanırsanız bir kurbağa bile ürkütemezsiniz! İnsanların
neden bu kadar korktuğu hakkında konuşmalısınız! Korkuyorum! Biliyorsunuz beş
yıl önce olmam gereken bir fibroit tümör ameliyatı vardı, bekâr bir anne
olduğum için bu ameliyatı olamadım. Yıllar ve yıllar sonra bu ameliyatı olmak
zorunda kalacağımı biliyordum. Ama olamadım çünkü işten vakit ayırmamın imkânı
yoktu. Benimle ilgilenecek kimse yoktu. Ve bunu nispeten seçkin bir kadın
olarak söylüyorum! Ama aslında bu ameliyatı o fibroitlerin daha küçük olduğu
yıllar öncesinde olmam gerekiyordu. Ama olamadım, böyle bir ameliyatı olmayı
seçme şansım olduğunu hissetmedim. Ve o zaman tam zamanlı bir profesördüm. Ve
düşünebilirdiniz ki “eğer biri böyle bir ameliyat olacaksa bu Drucilla Cornell
gibi biri olurdu”… Ama hayır! Çünkü biliyordum ki ben orada yatacaktım ve
benimle ilgilenecek kimse olmayacaktı.
HC: Kimse yoktu.
DC: Bu berbat. Pek çok kadının yaşadığı durum bu. Dünyadaki en yüksek
göğüs kanseri oranlarına sahibiz. Bu sadece beslenme düzeninden ötürü değil,
bunu sebebi kadınların mamaografiye para yetiremeyecek olması, ya da mamografi
imkânına erişebilirlerse ameliyata güç yetirememeleri ve işten zaman
ayıramamaları. Yani bu ülkede kadınlar başka yolları olmadığı için kendilerini
ölüme terk ediyorlar. Ve bunlar, yokmuş gibi davrandığımız acımasız gerçekler!
SL: Bugün bile ne kadar çok genç insanın evleniyor olması tuhaf değil mi?
Bir şeyleri farklı düşünmekte neden hayal gücünden bu kadar yoksunuz?
DC: Paniğe kapılmış vaziyetteler. Benim kuşağımda feminizm gerçekten
farklı yaşayacağımıza inanmıştı. Ve Yankı Tesellisi’nde yazdığım buydu.
Bireysellik saptamasına dair kimsenin kimsenin yanında olmayacağı anlamına
gelen bir kesinliğin olduğu, insanların tecrübe ettiği yahut katıldığı hiçbir
kolektif yaşam formunun olmadığı bir dünyada insanlar güvenlikleri sandıkları
şeyin içine düşerler. Ve sonra girdaba çekilirsiniz (bu Özgürlüğün Kalbinde’de
söylediğim bir şeydi) çünkü çılgınca ütopik geliyor olsa da gidilecek tek
gerçekçi yol bu. Eğer birlikte yaşayan kolektif ailelerimiz olmazsa… Yani,
neden her birimiz çanağıyla çömleğiyle kendi bireysel mutfaklarımıza sahip
olmak zorunda olalım ki? Bu bildiğin israf!
SL: Bir arada yaşayan evli olmayan yetişkinlere karşı caydırıcı yasal
düzenlemeler var.
DC: Caydırıcı önlemler var ama eğer düşünürseniz çok tasarruf
edebilirsiniz. Kendi
pişirme gereçleriniz olmak zorunda olmazsanız zaten çok para tasarruf ettiniz. Beş
insan bir çamaşır makinesi alırsa zaten çok para tasarruf ettiniz.
HC: Bu
kapitalizm için büyük tehdit.
DC: Kolektif
yaşam ekonomik olarak çok daha verimlidir. Kimse bunu düşünmez. Çünkü
korkuyoruz. Sol da korkuyor sağ da korkuyor. Sağ görüşlü biri olarak ben de
korkuyorum. Geçen gece Japon çevirmenlerimden ikisiyle konuşuyordum. Hepimiz
bir konuda anlaştık ve daha sonra konuşmanın ne kadar üzücü olduğunu düşündüm:
üçümüz, kolektif yaşam şartları bulamazsak kimseyi rahatsız etmeyelim diye
hayatlarımızı nasıl intiharla noktalamak zorunda kalacağımız hakkında konuşmuştuk.
SL:
Büyükannem de bunu söylemişti.
DC: Annem
ölme hakkını kullandı. Herkesin sizinle ilgileneceği, 91 yaşınızda çıkmayı
başaramadığınız küvette uzanıyor olmak istemediğinize karar verebileceğiniz bir
altyapımız yok. Bu yüzden belli bir noktada “Ben gidiyorum.” diyorsunuz. Eğer
sol inkâr içinde olmayı bıraksaydı ve eğer feminizm de inkâr içinde olmayı
bıraksaydı bu meselelerle birlikte yüzleşebilirdik. Gizli umudunuz,
acziyetlerden evlilik, zenginlik yoluyla kurtulabileceğiniz. Herkesin kurtulabileceğini
sanırdınız… Ben acziyetlerimden kurtulamıyorum! Acziyetten kurtulabilmenin tek
yolu kolektif destek. Ve bunun söylenmesi gerek. Ve alternatifimiz bu. Kadınlar
için her şeyi daha berbat hale getiren biçimsel eşitlik feminizmi değil.
[1] James Oppenheim tarafından 1912’de yazılmasından
bir ay sonra Lawrence’de başlayan tekstil işçileri grevine adını veren şiir.
“iş ve ekmek istiyoruz/ ama gül de istiyoruz” (Metin Demirtaş). “Ekmek” tekstil
işçilerinin emeklerinin karşılığı ücretleri, “gül” de insanî çalışma
koşullarını simgeliyordu. Aynı slogan daha sonra 1917’de Rusya’da Şubat
Devrimi’nde greve giden işçi kadınlar tarafından da kullanılmıştır.
[2] Drucilla Cornell Ubuntu Projesi kapsamında 2007’den
2010’a kadar Güney Afrika’da kaldı. Burada gerçekleştirdiğinden söz ettiği
evlilik muhtemelen sembolik ya da evlilik bir tür bağlılık sözü olarak
kullanılıyor. Ruhu erkek olarak ele geçirilen kadınsa psikolojik bir vaka
olmalı. Çünkü Zulu kültüründe erkeklerin çokeşliliği normal karşılanırken
kadınların çok eşli olmasına izin verilmiyor. Ve evliliklerde heteronormatif
cinsiyet rolleri izleniyor. Zululardaki ilk eşcinsel evliliğin (geleneksel Zulu
töreniyle) henüz gerçekleşmiş (Nisan
2013) olduğunu da göz önünde bulundurursak bahsi geçen evliliğin bizim
bildiğimiz anlamıyla bir evlilik olmadığını anlayabiliriz. Bununla birlikte
eşcinsel evlilik Güney Afrika’da 2006’dan beri yasaldır. (ç.n)
[3] Sangoma, Afrikalı büyücü doktorları niteleyen Zulu
terimi.
[4] Ubuntu (ya da Umuntu), insanların birbirleriyle
olan ilişkilerini düzenleyen Güney Afrika etik felsefesi. Özetle insan olmanın
bireysellikten çok birliktelikle ilgili olduğunu söyler.
8 Ekim 2012 Pazartesi
MÜREKKEP - CEMAL ŞAKAR
''Keşke bu son olsaydı ey sevgili okur!''
''Öykü'' pek çok dilde ''tarih'' kelimesiyle benzer sesletimi olan bir kelime. Bizde öyle olmayışı öykü ve tarihi birbirinden uzak kılmıyor elbette. Cemal Şakar da Mürekkep'te en çok, tanık olduğu tarihten bahsetmiş, olanları dert edinmiş, kaydetmiş, kin tutmuş.
Mürekkep'in kapağını Murat Acar tasarlamış ve oldukça başarılı. -Normalde kitapların künyesini okumam. Ama kapağın, kitabın içeriğiyle bu kadar bağ kurabilmesi tasarımcıyı merak ettirdi.- Öyküleri okudukça kapaktaki bulanık yüzler netleşiyor, o kubbeyi hatırlıyorsunuz. Kubbenin üzerine dökülen harfler anlamlanıyor.
Kitabın ilk öyküsü ''Kılıç'' karanlıkla başlıyor. Zaten o karanlık olmasaydı bu öykülerin pek çoğu yazılmamış olurdu. Cemal Şakar zulmeti zulümden ayırmıyor. Çünkü nerede bir gerçeği örten varsa orada bir zulüm var. Sayfaları çevirdikçe karanlık daha da artıyor. ''Selahaddin'' gelmiyor, zulmet rengini ve biçimini değiştire değiştire her yere iniyor: Kudüs'e, Şam'a, Bağdat'a, Arakan'a... evlerimizin içine.
Bir beyaz ekran oluyor mesela, haberleri sunuyor. Ülkemizde olanları (ölenleri) bombaların düştüğü yerden değil, bombacı pilotun kabininden izletiyor; iç içe geçmiş ekranlar, savaş uçakları... Uzaklarda bir yerlere bombalar düşüyor. Biz ölenleri görmüyoruz. Bizi katil kılıyorlar, kimi öldürdüğümüzü bilmiyoruz. Dış haberlerdeyse bizi cinayete ortak etmiyorlarsa da yaşananların (ölümlerin) tamamen dışında bırakıyorlar. Spiker ölü ve yaralı sayılarını söylerken fonda rakamlar patlıyor, parçalanıyor, bazı rakamlar çığlık atıor, sakallı rakamlar tekbir getiriyor. Zulmü devam ettiren zulmet bu karartma değil mi?
Mürekkep, sizi ekranın karşısından alıp içine sokmuyor aslında. Ölenlerin yanına değil, kalanların yanına bırakıyor. Bir koğuş yangınında ölen bir mahkumun da baba olduğunu haberler bize söylemiyor çünkü. Kaza tutanaklarıyla, tarih kitaplarıyla, kamera açılarıyla, hatta vatan sevgisiyle hakikati örtüp zulmedenler değil, bazen ölenler de değil, rakamsal değerleri olmadığı için haber metinlerine girmeyenler anlatıyor kitapta. Cemal Şakar onlara sayılarla değil, kelimelerle ulaşıyor.
Bence kitabın ahsen-ül kasası ise kıpkısa bir öykü:''Battaniye''. Öykünün ilk iki cümlesi bile yeterdi bu kitabın en güzeli olmasına. Kasyun Dağı'ndan Şam'a bakmak bugüne dek işlenmiş tüm cinayetleri anlayabilmek gibi.
Bazı öykülerse hayat-memat meselesi değil, hayat gailesi. Bunlar da ''Dünyada en küçük bir şey yoktur ki güzel yazılmak şartıyla önemli bir konu sayılmasın'' sözünü doğrular nitelikte.
Kitabın bana düşündürdükleri bunlar. Kan elbette mürekkepten daha ağır: İnşallah bir son olur ey sevgili yazar.
2 Ekim 2012 Salı
Aleksey Maksimoviç Peşkov
Birgün Eskişehir otogardan bir taksiye binmiştim. ‘Bağlar’
dedim biner binmez, yol alıyoruz. Pek yol iz bilmem bu yüzden taksicilerin beni
sevdiğini düşünürüm, ben de onları severim, taksiciler muhabbeti hoş
insanlardır. Ama bu sefer kimse konuşmadı ben de taksideki şeyleri incelemeye
başladım: taksimetreye bakarak fakir görünmek istemediğimden ön koltuk
kılıflarının lastiklerini filan inceliyordum arkada. Sonra gözüm iç dikiz
aynasından sarkan ıncık gıncığa takıldı. Baktım orda bir şey yazıyor. Dua filan
asılı olur genelde aynada ama bu beyaz fona kırmızı Latin harflerle yazılıydı.Üzerinize
afiyet bende biraz miyop var. Gözlerimi iyice kıstım okumaya başladım: ‘Beyaz
gülün bile gölgesi siyahtır.’ Benim okumamla taksici abinin sonunda okuduğuma hükmedip ‘dayına bile
güvenmicen’ demesi bir oldu. ‘Maksim Gorki’ deyip gülümsedim saçma saçma. ‘Tamam
abla taksi durağının orada indireyim’ dedi. Daha Bağlar’a girmemiştik bile ama indim.
Neden indiysem? Diyemedim ‘abi taksi durağı demedim, Maksim Gorki dedim’ diye.
Sonra başka taksiye bindim. Bu da böyle bir anımdır.
25 Eylül 2012 Salı
BAŞÖRTÜSÜ YASASININ ARKASINDA KORKU VAR - Alain Badiou
-Fransa'da okullarda başörtüsünün yasaklanmasının ardından Alain Badiou'nun yazdığı yazı-
BAŞÖRTÜSÜ YASASININ ARKASINDA KORKU VAR
BAŞÖRTÜSÜ YASASININ ARKASINDA KORKU VAR
1. Birkaç sempatik cumhuriyetçi kadın ve adam bir
süre önce, kız öğrencilerin başörtüsü takmasını yasaklayacak bir yasa tasarısı hazırlanması gerektiğini öne sürdü. Önce okullarda yasaklansın. Sonra başka
yerlerde ve mümkünse her yerde. Biri
‘yasa’ mı dedi? Yasa! Cumhurbaşkanı bir politikacı olarak yenilmez olduğu kadar sınırlı da. Seçmenlerin -sempatik cumhuriyetçi kadın ve erkekler tarafından toplanan büyük çoğunluğu gibi- sosyalistlerin tümünü de kapsayan, %82’si
tarafından totaliter bir şekilde seçilen Chirac onay verdi: bir yasa, evet,
bahsi geçen başörtüsüyle saçlarını örten birkaç bin genç kızın aleyhinde bir
yasa. Şu saçsız, uyuz şeyler! Müslümanlar, daha neler! İşte, Sedan’da teslim
olunması gibi, Petain gibi, Cezayir
savaşı gibi, Mitterand’ın ihanetleri ve çalışma izni olmayan işiçilere karşı
çıkarılan rezil yasalar gibi,bir kez daha Fransa dünyayı hayrete düşürdü. Onca
trajediden sonra, maskaralık.
2. Aslında Fransa sonunda mesele demeye değecek bir
mesele buldu: birkaç kızın başına doladığı eşarp. Bu ülkede çöküşün durdurulduğu
söylenebilir artık. Le Pen tarafından uzun zaman önce adı konulan ve
bugünlerde bir yığın su götürmez aydın tarafından onaylanan Müslüman istilası muhatabını
buldu. Poitiers çarpışması çocuk oyuncağıydı, Charles Marter sadece bir paralı
askerdi. Ama Chirac, sosyalistler ve islamofobyadan muzdarip Aydınlanma Çağı
entelektüelleri başörtüsü savaşını kazanacak. Poiters’den başörtüsüne, sonuç
doğru ve ilerleme kayda değer.
3. Görkemli nedenler alışılmadık tarzda argümanlar
gerektirir. Örneğin: Başörtüsü yasaklanmalıdır, o, genç kızlar veya kadınlar
üzerindeki erkek egemenliğinin (baba ve ağabey) bir emaresidir. Bu yüzden
inatla başörtüsü takan kadınları defetmeliyiz. Şöyle açıklayalım: bu kızlar ve
kadınlar baskı altında. Bu yüzden onları cezalandırmalıyız. Bu, aşağı yukarı
şunu demek gibi: ‘‘Bu kadın tecavüze uğradı, onu hapse atın.’’ Başörtüsü öyle
önemli ki yenilenmiş aksiyomlarıyla bir mantık sistemini hak ediyor.
4. Ya da, tam
tersi: başörtüsünü kendi özgür iradeleriyle takanlar onlar, şu asiler, şu
veletler! Bu yüzden cezalandırılmalılar. Dur bir dakika: nihayetinde bunun
erkek baskısının bir sembolü olmadığını mı söylüyorsun yani? Babanın ve
ağabeyin bununla bir ilgisi yok mu? O zaman başörtüsünü yasaklamak da nereden
çıktı? Başörtüsüyle ilgili sorun bariz bir biçimde dini. O veletler inançlarını
açık ediyorlar. Hey sen! Git tek ayak üzerinde bekle!
5. Baba ve ağabey baskısı ile de olsa, feministçe de
olsa başörtüsü yırtılmalı. Ya da inancının arkasında duran, kızın kendisi mi? O
zaman da ‘‘laikçe’’ yırtılmalı. Baçı açık! Her yerde! Söylendiği gibi
–gayrimüslimlerin bile söylediği gibi- herkes ‘‘baçı açık’’ dışarı çıkmalı.
6. Başörtülü kızın babasının ve ağabeyinin aslında
sadece ebeveyn olarak muhatabınız olmadığını iyice anlayın. Genellikle ima
edilir, bazen ilan edilir: Baba ahmak bir işçidir, ‘‘ülkenin dışından’’ bir
kaybeden, Renault’ta montaj bandında çalışır. Modası geçmiş bir adamdır ama
salaktır. Ağabey esrar kullanır. Modern biridir ama yozlaşmıştır. Tekinsiz
varoşlar. Tehlikeli sınıflar.
7. Müslümanların dini diğer dinlerin üzerine koyu
bir gölge düşürmüştür: Fransa’da İslam fakirlerin dinidir.
8. Kafanızda bir ortaokul müdürü canlandırın, birkaç
santimetre arkasında ellerinde makaslar ve hukuk kitaplarıyla silahlanmış bir
müfettiş mangası: okul girişinde
duracaklar ve başörtülerin, kippaların ve şapkaların ‘‘inanç simgesi’’ olup
olmadığını kontrol edecekler. O başörtüsü topuzun üzerine tünemiş bir posta
pulu büyüklüğünde mi? O kippa 2 avroluk madeni para kadar mı? Şüpheli, çok
şüpheli. Küçük bir şey büyük bir şeyin göze çarpan kısmı olabilir. Bir dakika,
ne gördüm ben? Dikkatli olun! Bu bir silindir şapka! Pekala şimdi! Bir
keresinde silindir şapkalar hakkında bir soru sorulduğunda Mallarme açıkça
söylemişti: ‘‘Böyle bir şeyi takan asla çıkaramaz. Dünyanın sonu gelebilir ama
şapkanın değil.’’ Sonsuzluk simgesi!
9. Laiklik. Paslanmaz bir ilke! Otuz ya da kırk yıl
önce liseler kız ve erkek öğrencilerin aynı sınıfta okutulmasını yasaklanmıştı.
Kızların pantolon giymesi yasaktı. İlmihal ve vaaz zorunlu derslerdi. Pazubentli adamları ve tül peçeler
arkasındaki sevimli hanımlarıyla cemaat ciddiydi. Eşarp değil, gerçek peçe. Ve
siz benim başörtüsünü bir suç olarak ele almamı mı istiyorsunuz? Hani şu geri
kalmanın, huzursuzluğun, bir geçici kenetlenmenin sembolünü? Dün ile bugünü
memnuniyetle harmanlayan o genç hanımlar dışlanmalı mı gerçekten? Devam edin,
kapitalizm çarkını çevirin. Gelenlere ve gidenlere, pişman olanlara ya da
uzaklardan yeni işçi girişlerine bakmaksızın, kapitalizm, şişman tüketim
tanrısını dinlerin ölü tanrıları yerine geçirmenin bir yolunu bulacaktır.
10. Lafı açılmışken, ticaret de bir kitle dini değil
mi? Kıyaslandığında Müslümanların sofu bir azınlık gibi göründüğü? Bu onur
kırıcı dinin inanç simgeleri de pantolonların, spor ayakkabıların, tişörtlerin
üzerinde okuduklarımız değil mi: Nike, Chevignon, Lacoste… Okullarda, birer
moda kurbanı olmak tanrının sadık hizmetkarı olmaktan daha bayağı değil mi
henüz? Ben hedefi on ikiden vuracak olsam –daha yükseği hedefleyerek- derdim ki
herkes neyin gerekli olduğunu biliyor: Markalara karşı bir yasa. İşe koyul
Chirac, ödün vermeden Kapital’in dini simgelerini hiç taviz vermeden
yasaklayalım.
11. Benim için bir şeyi açıklığa kavuşturun lütfen.
Farklı alanlarda ve farklı zamanlarda vücudunun neresinin gösterip neresinin
gösterilemeyeceği hakkındaki cumhuriyetçi ve feminist mantığı tam olarak ne
belirliyor? Anladığım kadarıyla, bugünlerde hala ve sadece okullarda değil, ne
meme uçları gösterilebiliyor, ne kasık kılları, ne de erkeklik organı. Bu
bölümler ‘‘başkalarının nazarından gizleniyor’’ diye kızmalı mıyım? Kocalardan,
sevgililerden ve ağabeylerden şüphelenmeli miyim? Sizin kendi ülkenizin kırsal
kesimlerinde –ve bugüne kadar hala diğer yerlerde olduğu gibi Sicilya’da-
dul kadınlar siyah eşarplar örter, siyah çoraplar ve şallar giyerdi. Bunu
yapmak için Müslüman bir teröristin dul kalmış eşi olmak zorunda değilsiniz.
12. Bunca feminist kadın tarafından başörtüsü örten
birkaç kıza beslenen kin tuhaf. Kötü başkan Chirac’tan, %82’lik Sovyet’ten,
başörtülülere kanun namına baskı yapmasını istediler. Ama bu sırada metalaşmış
kadın vücudu her yerde. En aşağılayıcı pornografi dünya çapında satılıyor.
Allah’ın her günü bedenin cinsel teşhiri üzerine tavsiyeler gençlik
dergilerinde yer israf ediyor.
13. Tek açıklaması var: Bir kız satacak nesi varsa
göstermelidir. Mallarını teşhir etmelidir. Bundan böyle kadın döngüsünün berdele göre değil, yaygın
modele göre olacağını göstermelidir. Sakallı babalar ve ağabeyler için çok kötü.
Yaşasın dünya pazarı! Yaygın model en moda modeldir.
14. Sadece kendi seçimi olan bir erkeğin karşısında
soyunmak zorunda olması yazılı olmayan bir kadın hakkı olarak kabul edilirdi.
Ama hayır. Her an soyunmayı ima etmek olmazsa olmazdır. Her kim piyasaya
sürdüklerinin üzerini örterse sadık bir tüccar değildir.
15. Şunu tartışalım o zaman, oldukça ilginç bir
noktayı: başörtüsü yasası katıksız
kapitalist bir yasadır. Kadınlığın teşhir edilmesini emreder. Diğer bir deyişle;
pazarlama paradigmasına göre kadın döngüsünün sağlanması zorunludur.
16. Aslında her yerde ‘‘peçe’’nin kadın cinselliği
üzerinde dayanılmaz bir kontrol olmadığı söyleniyor. Gerçekten günümüzde bizim
toplumumuzda kadın cinselliğinin kontrol altında olmadığına inanıyor musunuz?
Bu naiflik Foucault’yu güldürürdü. Hiçbir zaman kadın cinselliğine bu kadar çok
özen gösterilmedi, ayrıntıya bu kadar
çok dikkat edilmedi, bu kadar bilgili tavsiyede bulunulmadı, iyi ve kötü
kullanımları arasında bu kadar çok ayrıma gidilmedi. Haz netameli bir
zorunluluk haline geldi. Güya heyecan verici vücut bölümlerinin evrensel
teşhiri Kant’ın ahlaki buyruğundan daha katı bir yükümlülüktür. Sırası
gelmişken; tabletlerimizin ‘‘Tadını çıkarın hanımlar!’’ıyla
büyük-büyükannelerimizin ‘‘zevk almak yok!’’ ları arasında, Lacan uzun zaman
önce bir izomorfizm kurmuştu. Ticari egemenlik, ataerkil egemenliğin hiç olamadığı
kadar daimi, kesin ve kitleseldir. Yaygın fuhuş döngüsü, ailenin özgürlüğü
kısıtlamasından, Antik Yunan komedisinden Moliere’e kadar izleyici gülmekten
alıkoyan rüculardan daha hızlı ve şaşmazdır.
17. Anne ve fahişe. Bazı ülkelerde gerici yasalar annenin
lehinde, fahişenin aleyhinde tasarlanır. Diğer bazı ülkelerde ilerici yasalar fahişenin
lehinde annenin aleyhinde tasarlanmıştır. Ama reddedilmesi gereken bu ikisi
dışındaki alternatiftir.
18. Ama bu
alternatif, meydan okuduğu şeyi tarafsız bir zeminde sadece devam ettiren ‘‘ne
o ne de bu’’ mantığı da değildir. Açıkça abes bir karşılaştırma olan ‘‘ne
fahişe, ne itaatkâr’’da olduğu gibi: Genellikle itaatkar olan ‘‘fahişe’’ değil
midir, fazla mı oldum? Geçmişte Fransa’da onlara ‘‘les respectueuses’’ (dost)
denirdi. Bir bütün olarak ele alındığında; kamu itaatkârı.
19. İnkâr etmenin yolu yok: Bugün düşüncenin düşmanı
mülktür, iştir, nefs gibi şeylerdir ama inanç değildir. Bunun yerine söylenmesi
gereken, en çok ihtiyaç duyduğumuz şeyin [politik] inanç olduğudur. ‘‘Kökten dinciliğin yükselişi’’ doymuş
batılıların, üzerinde yönettikleri zihinlerin yıkımının korkutucu etkilerini
gördükleri bir aynadan başka bir şey değildir. Ve özellikle ehemmiyetsiz
demokrasilerin paravanı altında ya da uçaklardan attıkları büyük insani yardım
kolileriyle Batılıların her yerde kurmaya kalkıştığı politik düşüncenin
yıkımının etkilerini. Bu şartlar altında, farklı anlayış biçimleri sağlama
görevinde olduğunu iddia eden laiklik, rekabet gözetmeye, Batı normlarına göre
eğitmeye ve her inanca karşı düşmanca tavır takınmaya sebep olacak bir akademik
kuraldan başka bir şey değildir.
20. Kimse feminizmin
tek başına ilerlemesine ayılıp bayılmaz. Kadınların özgürleşmesiyle başlayarak,
bugünlerde de feminizm şunu iddia ediyor: edinilen ‘‘özgürlük’’ o kadar
mecburidir ki sadece giyim kuşamlarına bakılarak kızların (ve tek bir erkeğin
bile değil) dışlanmasını gerektirir.
21. ‘‘Cemaatler’’le
ilgili toplum jargonunun tümü, ve bu ‘‘Cumhuriyet’in’’ ‘‘cemaatçiliklere’’
karşı öfkeyle siper alması kadar metafizikseldir, tüm bunlar deli saçması.
Bırakın insanlar istedikleri gibi yaşasınlar ya da yaşayabildikleri gibi, ne yiyorlarsa
onu yesinler, türbanlarını, elbiselerini, mini eteklerini, tesettürlerini, step
ayakkabılarını giyebilsinler, ki istedikleri zaman gevşeyebilsinler,
birbirlerinin rahat fotoğraflarını çekip renkli jargonlarla konuşabilsinler.
Onlar dünya kapsamının dışındalar. Ne bir düşünceyi engellerler ne de
desteklerler. Onlara saygı duymak ya da onları tenkit etmek için bir sebep de
yok. Adı üstünde ‘‘öteki’’nin biraz farklı yaşaması –ihtiyatlı ilahiyat ve
portatif ahlak hayranlarının Lévinas’ın arkasından söylemeye alışık oldukları
gibi- herhangi bir gözlemi anlamsız kılacak kadar açıktır.
22. İnsan denen
hayvanların kökenlerine göre gruplaştığı gerçeğine gelince, bu, göçmenlerin
Fransa’ya geldiklerinde karşılaştıkları berbat koşulların en sık olanlarının
doğal ve kaçınılmaz bir sonucudur. Sadece kuzen ya da yakın köylü hemşeri,
ister istemez, sizi Saint-Ouen-l'Aumône’da
bir banliyö evinde karşılayabilir. Birinin Çinlilerin Çinlilerin olduğu yere
gideceğini resmen belirtmesi için gerçekten salak olması gerekir.
23. Bu ‘‘kültürel farklılıklar’’ ve ‘‘cemaatler’’ göz önünde
bulundurulduğunda elbette tek sorun onların toplumsal varlığı, yaşam alanı,
işi, ailesi veya okulu değildir. Doğruyu söylemek gerekirse asıl sorun
isimlerinin belki sanatta, belki bilimde, aşkta ve özellikle politikada yer
işgal ediyor olmasıdır. Bir insan olarak benim hayatımın özelliklerle örülü
olması eşyanın kanunudur. Bu özellik kategorilerinin evrensellik iddiasında
olması, bu suretle konunun ciddiyetini üzerlerine alıyor olmaları, işte felaket
burada başlıyor. Önemli olan fiillerin ayrılmasıdır. Sarı iç çamaşırıyla
matematik çalışabilirim ya da rastalı saçlarımla seçim demokrasisinden
çıkarılmış politikalar için aktivist olarak çalışabilirim. Kuram, altında
toplandığımız korkulardan örülü slogandan daha ürkek (ya da cesur) değil. Ya da
slogan saçı rastalıların alınmamasını içermiyor.
24. Birkaç kızın tesettürü gibi ehemmiyetsiz bir husus
yüzünden eğitimin ciddi bir tehdit altında olduğu söyleniyor. İşte bu his,
gerçeğin orada dönen şeyle bir ilgisi olmadığı şüphesini uyandırıyor. Bunun
yerine fikirler buluyoruz, tabana yönelik ve muhafazakar fikirler.
Politikacıların ve aydınların eğitimin ilk ve en önemli amacının ‘‘vatandaşları
eğitmek’’ olduğunu ifade ederken görülmeleri gerekmiyor muydu? Ne iç karartıcı
bir program! Bizim zamanımızda ‘‘vatandaş’’ politik sistemde –herhangi bir
şekilde doğruyu görmesi açıkça yasaklanmış- şehvet tuzağıyla yakalanmış bir
avdır.
25. Sıkıca sarılmış topuzları, yüzlerindeki ciddi ifadeleriyle, azimle
çalışan, bu Cezayir, Fas, Tunus kökenli kızların sayısının, hem yüksek hem de düşük mevkilerde, birkaç Çinliyle, ki
onlar da dünya ailesine daha az bağlı değillerdir, dolacağını düşünmüş olmamız gerekmez miydi, üstün sınıf beyinler? Bugünlerde
düşünmek çok fazla fedakârlık gerektiriyor. Ve bunun sonu pekala Sovyet
Chirac’ın yasasının bazı harika öğrencileri bağıra çağıra okuldan kovmasına
kadar varabilir.
26. ‘‘Sınırsız eğlence’’. 1968’in bu aptal mottosu bilgi arabasının
gazına hiç basmadı. Belli bir doz, derindeki sebebi Freud’dan beri biline
gelen, zahitlik, tedrisat alanına yabancı değildir. Geçerli hakikatlerin en az
birkaç kabataslak parçası oradan su yüzüne çıkmıştır. Öyle ki, sonunda
başörtüsünün yararlı olduğu ortaya çıkabilir. Yurtseverlik, çıraklığın sert
içkisi, ortada yokken, her tür idealizm hatta bayağı olanlar bile sıcak karşılanıyordu
– en azından okul nesnesinin tüketici-vatandaşlar ‘‘yetiştirmek’’le biraz
ilgisi olduğunu düşünenler tarafından.
27. İşin aslı, başörtüsü yasası tek bir şey ifade eder: korku. Genelde
Batılılar, özelde Fransız’lar korkudan titreyen bir çokluktan başka şey değil.
Neden korkuyorlar? Her zaman olduğu gibi, barbarlardan. İçeridekilerden, mesela
‘‘varoşlardan bir genç’’lerden; dışarıdakilerden, mesela ‘‘İslamcı
terörist’’lerden. Niçin korkuyorlar? Çünkü suçlular ama masum olduklarını iddia
ediyorlar. -1980’lerden bu yana- özgürleştirici politikaların hiçbir türünü,
devrimci Aklın hiçbir biçimini ve başka şeylere yönelik hiçbir gerçek savı
tanımadıkları ve yok etmeye çalıştıkları için suçlular. Alçak ayrıcalıklar peşinde
koştukları için suçlular. Satın aldıkları çeşit çeşit şeyle oynayan birer
çocuktan başka bir şey olmadıkları için suçlular. Evet, aslında ‘‘uzun bir
çocuklukta yaşlandırıldılar’’. Bu yüzden daha az yaşlı olan her şeyden
korkuyorlar. Mesela inatçı bir genç hanımdan.
28. Ama genelde Batılılar, özelde Fransızlar bilhassa ölümden
korkuyorlar. Bir Fikrin nasıl olup da uğruna riskler alınabilecek bir şey
olduğunu hayal etmekten acizler artık. ‘‘Sıfır ölüm’’ en önemli arzuları. Kendi
açılarından bakınca, tüm dünyada ölümden korkmak için hiçbir sebebi olmayan
milyonlarca insan görüyorlar. Ve bunların arasında pek çoğu bir Fikir adına
neredeyse her gün ölüyorlar. ‘‘Uygar’’ insanlar için bu en yakın dehşet
duygusunun kaynağı.
29. Birilerinin uğruna ölmeye hazır olduğu Fikirlerin buna değmeyeceğinin
elbette farkındayım. Tanrıların uzun zaman önce çekip gittiğine inanmış biri
olarak, ne zaman genç erkekler ve genç kadınlar uzun zamandır var olmayan bir
şeyin şahadet çağrısına uyarak korkunç katliamlarda bedenlerini parçalara
ayırsalar kederleniyorum. Bu korku salan ‘‘şehitler’’in, katletmek istedikleri
insanlar için çok da fazla endişelenmeyen suikastçılar tarafından birer araç
haline getirildiklerinin de farkındayım. Bin Ladin’in Amerikan servislerinin
ajanı olduğu hiçbir zaman yeterince tekrar edilmiş olmayacak. Ne saflığa, ne
azamete ne de bu intihar saldırılarının yararlılığına, ya da her neyineyse, inanacak
kadar naif değilim.
30. Ama bu acımasız bedelin Batının hâkimlerine, siyasi gerçekliğin her
formunun son zerresine kadar yıkımıyla ödetilenlerin ilki olduğunu söylüyorum.
Bu mesele, özellikle Fransa’da, entelektüellerin ve halkın suç ortaklığıyla
doğuruldu. Devrim Fikrini hafızasına varana kadar şiddetle tasfiye etmek mi istiyorsunuz?
‘‘İşçi’’ kelimesinin tüm kullanımlarının, hatta kinayeli olanlarının bile
kökünü kazımak mı istiyorsunuz? O zaman sonuçtan şikayet etmeyeceksiniz.
Dişlerinizi sıkın ve yoksulları öldürün. Ya da Amerikalı dostlarınıza öldürtün.
31. Hak ettiğimiz savaşları yaşadık. Acıyla uyuşmuş bu dünyada, büyük
gangsterler acımasızca ülkeleri bombalayıp kan gölüne çevirdiler. Vasat
gangsterler kendilerini rahatsız edenlere karşı suikastlar hedeflediler. Başörtüsüne
karşı yasalar tasarlayanlarsa gerçekten küçük üçkâğıtçılar.
32. O kadar da ciddi bir şey olmadığını söyleyecekler. Emin olun. Tarihin
son mahkemesinden önce kendimize hafifletici sebepler bulacağız: ‘‘Bir saç
şekillendirme uzmanı olarak, skandalda sadece küçük bir rol oynadı.’’
Fransızca'dan çeviren: Norman Madarazs ( http://zinelibrary.info/files/badiou-hijab-imposed.pdf )
İngilizce'den çevirerek olayın suyunu çıkaran: bendeniz
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)